İSTİKLAL MARŞI’MIZIN AÇIKLAMASI

dağ arabası

İSTİKLÂL MARŞI’MIZIN AÇIKLAMASI

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN

Giriş: İstiklâl Marşımız, bütün Türk milletinin ortak mutabakat metnidir. Bizi millet yapan temel bileşenlerimizden biridir. Marşımız, Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin üzerinde kurulduğu toprakların savaşla tekrar vatan yapılmasının bir belgesidir, devlet ve vatanımızın tapusudur. Zira bu metin, Türk milletinin var olma yok olma mücadelesinin en kızıştığı bir dönemde, Türk’ün tarihe karşı direniş kararlılığının zirvede olduğu bir sırada üretilmiş Türk millî ruhunun ortak heyecanının, ortak iradesinin, ortak hassasiyetinin bir ürünüdür.

Türk’ün millî ve dinî değerlerinin özgürleştirilmesi yürüyüşünün öncüsü olan başbuğ Atatürk’ün kutsal millet mücadelesine Türk’ün asil ve korkusuz evlatlarından biri olan Mehmet Âkif de destek verdi. “Halkın bizim tarafımızdan aydınlatılmaya ihtiyacı varmış, kalkın gidiyoruz, burada durmak zamanı değil”, diyerek arkadaşlarını da alıp İstanbul’dan ayrılarak Anadolu mücadelesine fiilen katıldı. Anadolu’yu karış karış dolaşarak vaazlarıyla, konuşmalarıyla Türk’ü istiklaline sahip çıkması konusunda uyardı, Kuva-yı Milliye saflarında ölümüne savaşa davet etti.  

İşte böylesine olumsuz bir zeminde, en zor şartlarda ve pek çok kişinin ümitsiz olduğu bir ortamda Mehmet Âkif çıktı ve milletini “korkma!” diye uyardı, ümit telkin etti ve zafere giden yolda motive etti. İstiklâl Marşımız, Türk milletinin sonsuza kadar hür ve bağımsız bir millet olarak yaşama iradesini terennüm ediyordu. İstiklâl Marşımız, bizim hem millî hem de dinî değerlerimizi koruma, yaşatma ve geliştirerek devam ettirme azim ve kararlılığımızı yansıtır. İstiklâlimiz, vatanımız, hürriyetimiz, dinimiz, bayrağımız bizim millî değerlerimizdir. Millet olarak var olmamız ve tarihsel yolculuğumuz bu kutsallarımızın geliştirilerek korunmasına bağlıdır. İstiklâl Marşımız, işte bunun teminatıdır. 

12 Mart 1921’de Türk’ün millî iradesinin temsil edildiği yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde çok büyük bir heyecanla ve mutabakatla kabul edilen İstiklâl Marşımız, o zamandan beri Türk’ün özgürlük manifestosu olarak milletçe hep bir ağızdan okunmaktadır.

Bugün Türk milletinin topluca, hep bir ağızdan ve yüksek sesle okuduğu iki önemli metin vardır: Birisi, dinî kimliğimizin simgesi olan, Itrî‘nin bestelediği ve bayram namazlarında okuduğumuz bayram tekbiri, diğeri de bütün resmî toplantılarda hep bir ağızdan okuduğumuz ve millî kimliğimizin vesikası olan İstiklâl Marşı’dır. Dolayısıyla biz, hem Müslüman hem Türk’üz. Türk-İslam medeniyetinin çocukları olan Türk milleti, bu iki temel değerinden asla vazgeçmeyecektir. Biz, millet olarak tarihsel yolculuğumuzu Müslüman ve Türk kalarak devam ettirebiliriz. O yüzden Türk-İslam kimliğimize sıkı sıkı sarılarak sahip çıkmalıyız.

İSTİKLÂL MARŞI’NIN BENTLER HÂLİNDE TAHLİLİ 

*“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; 

    Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” 

    O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

    O benimdir, o benim milletimindir ancak.”

(Ey Türk milleti! Hiç korkmana, endişe etmene gerek yok; çünkü Batı ufkundaki kızıllık içinde batmakta olan Türk bayrağı, ülkemizde en son Türk ölmedikçe sönüp batmayacaktır. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak.) 

Bu mısralarda her şeyin bitti sanıldığı zamanda bile hiçbir şeyin bitmediği inancının güçlü bir şekilde telkin edilişi imgesini görüyoruz. Millî varlığın devamı inancının kuvvetle vurgulanması imgesi, bazı simgelere bağlı olarak geliştiriliyor. Bunları açalım:

İstiklâl Marşımız, “korkma!“ diye başlar. Olumsuz bir ifadeyle başlaması, bazıları için garip gelmiş olabilir. Birileri bunu eleştirmişlerdir. Mesela Suphi Nuri İleri bu durumu şöyle eleştirdi:

“Bu marş her cihetten fenadır. İstiklâlci Türklerin hislerine tercüman olmamıştır. “Korkma” diye başlayan bir marş, Türklerin hakiki ve öz duygu ve heyecanlarının tercümanı olmaz. Türk korkmaz, istiklâl ve inkılâp için savaşan Türklerin yüksek ve asil hislerini ve seciyelerini bilseydi hiçbir vakit şu sinire dokunan “korkma” kelimesiyle marşına başlamazdı.”

Âkif’in marşına olumsuz bir ifade olan “korkma” diye başlaması, İslam kültüründen yansımalar, izler taşır. Zira İslam da temel ilkesi olan kelime-i şehadete yani “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resulühü” cümlesi, olumsuz bir ifade olan “lâ” ile başlar. “lâ”, “hayır, yok, değildir” anlamına gelir. Yani “hiçbir tanrı yoktur, ancak Allah vardır” ifadesiyle başlar. İslam, önce olumsuz durumu, olmaması gereken bir şeyi ortaya koyar, sonra olumlu değeri verir. Âkif de önce olumsuz durum olan korkuyu olumsuzlar, korku yok, korkma der, korkunun olmaması gerektiğini söyler, sonra olumlu değerleri verir. 

Ayrıca bu mısralarda geçen metinlerarası ilişkilere ve şiirin tarihsel, kültürel kaynaklarına da bir bakalım:

Marşın; *“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;” şeklindeki ilk mısraı, Hz. Muhammed’in Hz. Ebubekir’le birlikte 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret ederken aralarında geçen bir konuşmaya telmihte bulunmaktadır. Hadise şöyle olmuştur: 

Mekkeli kâfir Kureyşlilerin baskısından bunalan Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir’le birlikte Mekke’den Medine’ye hicret etmeye karar verirler ve gizlice çıkıp yolda Sevr Mağarası’nda konaklarlar. Bu arada Müşrikler onların peşine düşmüşlerdir. Kâfirler, Hz. Muhammed’i veya Hz. Ebubekir’i bulup getirene veya öldürene 100 deve verme vaadinde bulunurlar. 

Bunu duyan canavar ruhlu bir kısım Mekkeli müşrikler, hemen yola koyulup Sevr Mağarası’nın önüne kadar gelirler. İçerden Hz. Muhammed’le Hz. Ebubekir onların geldiğini görürler. Fakat müşrikler onları görmezler. Bu durumda Hz. Ebubekir çok korkar, telaşlanır ve üzülür. Hz. Muhammed onu yatıştırmak üzere: “Korkma! Üzülme. Allah bizimle beraberdir.” diye teselli verir. 

Bu hadiseye Kur’an-ı Kerim’de şöyle değinilir: “Eğer siz ona yardım etmezseniz Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu (Mekke’den) çıkardıkları vakit iki kişiden biri iken ikisi mağarada bulundukları sırada arkadaşına: “Korkma, üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.” diyordu. Allah ona sekînet (sükunet, kalp huzuru) indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla güçlendirdi ve kâfirlerin sözünü alçalttı. En yüksek olan ancak Allah’ın kelimesi (Tevhid: Lâilâhe illallah) dir ve Allah azîzdir, hakîmdir.” 

Mehmet Âkif de bu hadiseye telmihte bulunarak; kâfirlerin Sevr Mağarası’nı kuşattığı gibi Müslüman Türk milletinin de 1918’den itibaren Anadolu’da İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Amerika’dan oluşan emperyalist Batılı devletler tarafından kuşatıldığı sırada, Türk’ün yok olması demek olan Sevr anlaşmasıyla kıskıvrak kuşatıldığı sırada peygamberimizin Hz. Ebubekir’e söylediği gibi Âkif de; “Ey Türk milleti korkma! Allah bizimle beraberdir” mealinde teselli veriyor, Türk milletinin imanını güçlendiriyordu. 

Sevr anlaşması, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti ile İtilaf devletleri arasında Paris’in Sevr banliyösünde 10 Ağustos 1920’de imzalanan bir anlaşmadır. Buna göre ülke paramparça ediliyor, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Ermenistan, ülkeyi bölge bölge parselliyorlar, Kürdistan diye bir devlet kurduruyorlar, Türklere de Orta Anadolu’da küçücük bir bölge bırakılıyor. İşte Millî Mücadelemizi bu Sevr anlayışına karşı, Sevr’e mahkum olmamak, Sevr mağarasında sıkışıp kalmamak için verdik. 

Burada ilginç bir benzerlik var. Peygamberimizi kuşatan, hapseden, kıstıran, dar bir mekâna mahkûm eden mağaranın adının “Sevr” olmasıyla, Türk milletini Orta Anadolu’da mağaraya benzeyen küçük bir alana hapsetmeyi ve orada yok olup gitmesini amaçlayan, kıskıvrak kuşatan, hapseden Sevr anlaşması’nın adlarının da aynı olmasını nasıl izah etmeli? “Sevr” banliyösü, Paris’in dışında küçük bir yerleşim yeridir. “Sevr” mağarası da Mekke’nin dışında Sevr dağında küçücük bir yerleşim yeri olarak kabul edebileceğimiz bir mağaradır. İlginç bir tevafuk!

Kureyşli kâfirler, başta Hz. Muhammed olmak üzere Müslümanları yok etmek, öldürmek için peşlerine düştüler. Haçlı kalabalıkları olan kâfir İtilaf Devletleri de Müslüman Türkleri öldürüp yok etmek için üstümüze çullandılar.

Kureyşli kâfirler, değişik kabilelerden seçtikleri en kuvvetli bir çete ile Müslümanların peşine düştüler. Batılı kâfir devletler de İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan kabilelerinden seçtikleri kuvvetli bir orduyla üzerimize saldırdılar.

Kureyşli kâfirler, Hz. Muhammed’i bir gece evinde basarak imha etmek istediler. Hz. Muhammed, bunu Allah’tan haber alınca Medine’ye hicret için gizlice yola çıktı ama kâfirler peşinden geldiler. Avrupalı kâfirler de Müslüman Türk’ü yok etmek için evini, yurdunu, vatanını bastılar. Müslüman Türk de İstanbul’dan Anadolu’ya gizlice; mesela Özbekler Tekkesi aracılığıyla olduğu gibi Kuva-yı Milliyye hicretine çıktı ama kâfir Avrupalılar, Anadolu içlerine kadar peşimizden geldiler.

Kureyşli kâfirler, Hz. Muhammed’i ölü veya diri olarak getiren kiralık katil çetesine ödül olarak 100 deve vereceklerini vaad ettiler. Avrupalı kâfir devletler de kiralık katil olarak tuttukları Yunan ordusuna Türkleri yok etmeleri karşılığında ödül olarak Batı Anadolu bölgesini Yunanistan’a vereceklerini vaad ettiler. 

Hicret sırasında Hz. Ebubekir korktu ama Hz. Muhammed peygamber olarak ona “korkma” dedi. Millî Mücadele sürecimizde Hz. Ebubekir’in karşılığı Türk milletidir. Türk milleti de en azından bir kısmı düşmanlardan korkmuştur ama peygamberin varisi bir âlim olarak Mehmet Âkif, bu millete “korkma!” demiştir. 

Daha bunlar gibi pek çok benzerlikler vardır. Âkif işte bu kültürden geldiği için Millî Mücadele sürecimizi İslam tarihinden benzer olaylarla irtibatlandırma yoluna gitmiştir. 

Âkif, millî Mücadele sürecinde verdiği vaazlarda ve yaptığı konuşmalarda Türk milletine Sevr anlaşmasının felaketlerini uzun uzun anlatmıştır. Nitekim 24 Aralık 1920’de Kastamonu’dan Ankara’ya dönüşlerinde Âkif, Eşref Edip’le birlikte Mustafa Kemal Paşa’nın daveti üzerine istasyonda bir saat kadar görüşmüşler ve Mustafa Kemal Paşa, Âkif’e hitaben şöyle demiştir:

“Kastamonu’daki vatanperverane mesainizden (çalışmalarınızdan) çok memnun oldum. Sevr Muahedesinin (anlaşmasının) memleket için ne kadar feci bir idam hükmü olduğunu Sebilürreşat kadar hiçbir gazete memlekete neşredemedi (yayamadı). Manevî cephemizin kuvvetlenmesinde Sebilürreşad’ın büyük hizmeti oldu. İkinize de bilhassa teşekkür ederim.”

Mustafa Kemal Paşa’nın daha sonra “görüştüğümüze çok memnun oldum, inşallah beraber çalışırız” demesi üzerine Âkif ve Eşref Edip, “Tabii beraber çalışmak için geldik” demişlerdir.

Marşın ilk kelimesi olan “korkma!” sözü, Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’nin, İzmir’in 15 Mayıs 1919 günü Yunanlılar tarafından işgal edilince aynı gün verdiği bir fetvada da geçer. Hulusi Efendi fetvasında şöyle der:

“Korkmayınız!’… Meyus (ümitsiz) olmayınız!… Bu livâ-yı hamd (Hz. Muhammed’in bayrağı) altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz olarak cihâd-ı mukaddes (kutsal cihat)  fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum”.

Mehmet Âkif, İstiklal Marşı’nı yazmadan önce muhakkak ki bu fetvadan da haberdardı ve ondan da etkilendi. 

Yine bu “korkma!” sözü, o dönemde kuvvetli bir İslam imanına sahip olan bütün Türklerin içlerinde besledikleri ve kardeşlerine söyledikleri ortak bir söz gibiydi. Düşman ne kadar güçlü olursa olsun korkmamaları gerektiğini söylüyorlardı. Nitekim Hasan Basri Çantay da bir yazısında aynı şekilde “korkma!” demişti:

“Ey imanlı kardeş! Çok şükür ufk-ı İslâm’da (Müslümanların ufkunda) rehâ ve halâs (kurtuluş) güneşi doğmaya başladı. Dünyanın her tarafında esarete düşen müslümanlar harekete geldi. Ehl-i Salib’in (Haçlıların) yaman kastı artık anlaşıldı. Bütün İslam âlemi hakk-ı hayatını (yaşama hakkını) müdafaaya, kelimetullahı i’lâya (Allah’ın davasını yüceltmeye) karar verdi. Bugün her vakitten fazla ümitlisin, fakat sabr u sebat et, yılma, usanma, korkma, haydi hamaset (kahramanlık, yiğitlik) meydanına. Allahuekber! (Allah en büyüktür) “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et, dediler.”

“Şafak” kelimesi, temel anlamıyla Güneşin hem doğuşu, hem de batı ufkunda batışından hemen sonra oluşan kızıllıktır. Buradaki anlamı ise batışıdır. Yani akşam vaktinde Güneşin batışını ifade eder. Şiirdeki simgesel anlamıyla ise millî Türk varlığı ve devletinin batar gibi oluşunu, ölüm kalım mücadelesi sürecinin en kızıştığı anları temsil eder. 

Buna göre mısra, “Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkıp ondan sonra işgale uğrayan Türk milleti, ortadan kalkıyor gibi görünüyor ama korkma, bu bayrak sönmez” anlamı ifade edilmektedir. Ayrıca “şafak” kelimesinin bir de “Güneşin doğuşu” anlamı vardır. Şair bunu tevriyeli olarak da kullanıyor. Dolaylı olarak mısrada “Güneş gibi doğan, gökyüzünde parıl parıl parlayan bu Türk bayrağı, batmaz” anlamı da saklıdır.

“Al sancak” ifadesinde “sancak”, “bayrak” demektir. Bayrak da bir milletin bağımsızlığını, hürriyetini, asaletini temsil eder. Al sancak, kırmızı yani kanlı bayraktır. Çetin savaşlardan sonra her tarafı kana boyanmış yaralı bayrak demektir. Burada ise Güneşi temsilen, Güneş istiaresi olarak kullanılıyor. Bunun simgesel değeri, bağımsız Türk millî varlığıdır. İmgesel karşılığı ise şöyledir: Gurûb vakti gözümüzün önüne ufukta batmakta olan ve her tarafı kızıla boyanmış güneş manzarasını getirelim. Bu, bayrağa benzetiliyor ve dolayısıyla da Türk millî varlığı simgeleştiriliyor.

*Bayrakla Güneş arası özdeşlik motifi: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısraında Türk milletinin bağımsızlığını temsil eden Türk bayrağı, batmakta olan güneşe benzetilmektedir. Güneşin bayrak olarak algılanması, güneşin bayrakla özdeşleştirilmesi motifi, Hun Türklerinin büyük hakanı Mete (Motun) Han’ın hayatından esinlenilerek oluşturulan Oğuz Kağan Destanı’nda da geçmektedir. Oğuz Kağan, Oğuz beylerine ziyafet verip kendisini kağan ilan ettikten sonra dünya çapındaki fetih felsefesini vurgulamak üzere âdeta bir slogan, bir ilke, bir vecize olarak şöyle der:

“Takı taluy takı müren

  Kün tuğ bolgıl kök kurıkan”

Yani:

“Daha deniz daha müren (nehir)

  Güneş bayrak gök kurıkan (çadır)”

*“Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” 

mısraındaki “Ocak” ise bir anlamıyla içinde ateşin yakıldığı, yemeklerin pişirildiği, sıcak aile hayatının yaşandığı, aile üyelerinin ısındığı, barındığı ev, aile, soy demektir. Ocak, evde yemek pişirmek ve ısınmak için yakılan ateştir. Bir evde ocak yani ateş yanıyorsa orada insan ve hayat vardır demektir. 

Türk milletinin en küçük sosyal birimi ailedir. Aileye büyük önem verilir. Dolayısıyla burada “ocak”, en küçük Türk millî varlığını temsil eder. Şair, “bu vatanda ocak tüten en son ev, en son aile, en son Türk kalıncaya kadar millî varlığımız ve bağımsızlık bayrağımız dalgalanmaya devam edecektir.” demektedir. 

Bu durumda bu beyit şöyle okunabilir: “Ey Türk milleti! Sakın korkma! Endişelenme, tasalanma, kaygıya, paniğe düşme! Yurdumun, ülkemin, vatanımın üstünde tüten en son ocak yani son aile ocağı, son ev, son fert ortadan kalkmadan bu şafaklarda yüzen al sancağımız, yani batış sürecine giren bayrağımız, millî varlığımız ortadan kalkmaz. 

Yani bağımsızlığımızın simgesi olan bayrağımız ve bunun temsil ettiği Türk millî varlığımız, şafaklarda yüzse bile yani batıyor gibi görünse bile sönüp yok olup gitmez. Türk milleti tamamen ortadan kalkmadıkça millî varlığımız, bağımsızlığımız devam edecektir.

Ayrıca buradaki “en son ocak” yani son aile yok olmadıkça, ortadan kalkmadıkça milletimiz ve devletimiz varlığını sürdürecektir. Bu konuda ümit kesilmeyecektir. Bütün millet yok olsa, tek bir Türk ailesi kalsa hâlâ ümidimiz vardır, inancı kuvvetle vurgulanıyor. Bu yaklaşımda Türklerin en zor şartlarda yok olmaktan kurtulma ümidinin simgesi olan Ergenekon Destanı’mızın ilk bölümlerinden izler ve yansımalar görmekteyiz. 

Buna göre Kök-Türklerden İl Han’ın hükümdarlığı sırasında diğer kavimler birleşip Kök-Türklere savaş açarlar. Savaşta hile yaparak Kök-Türkleri yenerler ve hepsini kılıçtan geçirirler. Katliamdan geriye bir tek İl Han’ın Kıyan adlı küçük oğlu ile Nüküz adlı yeğeni karılarıyla birlikte kalırlar. Yani sadece iki aile kalıyor. Onlar da kaçarak Ergenekon adında dağlarla çevrili bir yere sığınırlar. Orada 400 yıl kalıp çoğalırlar ve sığmaz olunca oradan çıkıp dünyaya yayılırlar. 

Burada Türk milleti, bir veya iki aile bile kalsa ümidini kesmez, tekrar çoğalır, milletini oluşturup bağımsız devletini kurar, inancı simgesel olarak ifade ediliyor. Âkif de tamamen buna benzer bir yaklaşım geliştirmiştir ki bu da tarihsel kültür mirasımızın Âkif tarafından nasıl güncelleştirilerek kullanıldığını gösteriyor.

Tabii bu ifadeler, ülkemizin işgal edildiği, uzun savaşlardan yorgun çıkan milletimizin ümitsizliğe düşer gibi olduğu, ordularımızın dağıldığı, Kuva-yı Milliyye şeklinde direnişler gösterdiği, sosyal, ekonomik, siyasi, askerî, psikolojik olumsuzlukların üst üste yığıldığı yılgınlık ve umutsuzluk ortamında Türk milletine yeniden doğruluş ve ayağa kalkış için ümit ve şevk telkin etmektedir. Ordularımıza ve milletimize moral vermektedir.

“Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” mısraının kaynaklarından biri de şudur: Denizli’nin işgal tehdidiyle karşı karşıya kaldığı günlerde 1 Temmuz 1920 günü Denizli Türk Ocağı, Ankara’ya bir telgraf çeker ve bu telgrafta şu ifadeye yer verilir: “Denizli gençliği, bir fert kalıncaya kadar canını feda etmeye and içti.”

*“O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;” 

Bu mısra, bayrakla millî varlık ve bağımsızlığın özdeşleşmesi imgesini verir. Vatanımızın üzerinde hür bir şekilde dalgalanan Türk bayrağı, milletimizin yıldızıdır ve parlamaya devam edecektir. Her canlının gökyüzünde bir yıldızı olduğu, o canlı yaşadıkça yıldızının parlamaya devam ettiği, ölünce yıldızının da söndüğü inancı vardır. Bu durumda Türk milleti var oldukça yıldızı olan millî bağımsızlığı parlamaya, gökyüzünde bu bağımsızlığın simgesi olan bayrağı dalgalanmaya devam edecektir. 

*“O benimdir, o benim milletimindir ancak.”: Bu mısra da bayrağı korumada ferdî ve sosyal sorumluluk bilinci imgesini verir. Bu mısrada kullanılan “benimdir” ve “milletimindir” kelimelerinin özel bir anlamı var. Biz, Türk bayrağına hem fert fert hem de toptan millet olarak sahip çıkarız. Herkes hem tek başına hem de millet olarak bayrağa sahip çıkma sorumluluğunu üstlenir. Şair burada bize bir sorumluluk yüklemektedir. 

Yani Türk vatanında Türk milletinin tam bağımsız ve bağlantısız, hür bir Türk varlığı olarak yaşama iradesi, sadece Türk milletine aittir. Türklerin bağımsızlığı, başkasına devredilemez, manda kabul edilmez, emperyalist Batılı haçlı orduların hâkimiyeti altına giremeyiz demektir bu. Türk milletinin idaresi, Türk milletine aittir. Şair, burada esir olmama, köle olmama, sömürge olmama, manda olmama, hür ve bağımsız bir devlet olarak yaşama irademizi ortaya koyuyor. 

*“Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl! 

    Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl? 

    Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl; 

    Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” 

(Ey nazlı Türk bayrağı! Ne olur kurban olayım kaşlarını çatma, yüzünü ekşitme, bize kötü kötü bakma. Bu kahraman Türk ırkına bir gülümse. Neden böyle sert bakıyorsun ve öfkelisin? Eğer böyle devam edersen sonra senin için döktüğümüz kanlarımız helal olmaz. Allah’a tapan, doğruluktan ayrılmayan Türk milletinin hür ve bağımsız bir millet olarak yaşaması, sömürge ve esir olmaması, onun hakkıdır.)

Bu kıtada bağımsızlığın üzerine titreme imgesi vardır. 

“Hilâl” simgesi, teşhis sanatından da yararlanılarak millî bağımsızlığı temsil etmek üzere belirgin kılınıyor. Hilâl, yeni ay demektir. Yeni doğmuş, ince çatılmış kaşa benzer. Fakat 26. ve 27. gecelerdeki aya da “hilâl” denir. Bu, ayın batmaya yüz tuttuğu zamanlardır. Bu durumda Türk millî varlığının batmak üzere olduğu zamanlar, bu incelmiş aya benzetilmektedir. Çehresini çatmış ay da kızgın, sinirli, öfkeli bir hâli ifade eder. 

Yani millî bağımsızlık, Türk milletine kendine sahip çıkmada gevşeklik gösterdiği için kaşlarını çatmaktadır. Ayrıca, Millî Mücadele bir yönüyle hilâl-salîb (haç) yani Müslümanlık-Hristiyanlık savaşıdır. Dolayısıyla hilâl, aynı zamanda tüm İslam dünyasını, İslamlığı temsil eden bir simgedir. “Hilal” kelimesini oluşturan harflerle “Allah” kelimesi de yazılır. Yani her iki kelimenin harfleri aynıdır. Dolayısıyla biz, minarelerimizin ucuna hilal motifini koyarken aslında oraya simgesel olarak “Allah” kelimesini ve onun temsil ettiği değerleri yazmış oluyoruz.

Burada hilal, mecaz-ı mürsel sanatıyla bayrağı temsil eder. Hilal, Türk bayrağının bir parçasıdır. Parça söylenerek bütün kastedilmiştir. Bayrağın nazlanması, millî bağımsızlığın Türk milletinden uzaklaşır gibi olmasının imgesidir. 

Ayrıca nazlı hilalin surat asmasının (çehresini çatması) sebeplerinden biri de o zaman işgal döneminde ülkemizde bazı şehirlerimizde, sokak, cadde ve değişik kurumlarımızda Yunan, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikan bayraklarının, başka yabancı bayrakların da asılmış olmasıdır. Özellikle İzmir, İstanbul gibi şehirlerimizde bol miktarda her yere yabancı bayrakları asılmıştı. 

İşgalciler İstanbul’a girdiği zaman Rumlar, Beyoğlu’nda dükkân ve mağazalarını Yunan bayraklarıyla donatmışlardı. 18 Kasım 1918 tarihinde Beyoğlu’nda Yunan kulübünde yapılan bir törende Yunan Amirali Kakolidi, Beyoğlu Rumlarına hitaben: 

“Türkiye’deki Yunanlılığa, anavatanın selamı ile Parthenon’dan bir zeytin dalı getirmek şerefine kavuştuklarından dolayı, emrimdeki subaylar ve erler iftihar duymaktadırlar. Bunca zahmetten sonra Yunan hükûmeti size teselliye medar olmak üzere Yunan bayrağını getirmeye muvaffak olmuştur. Biz buraya kılıç değil zeytin dalı getirdik. Türkiye Rumluğu kendi menfaatlerine büyük hizmetler ifa edecektir.”

Maraş’ta Fransız bayrağı asılmıştı mesela. Nazlı hilalimiz yani Türk bayrağımız bunun için surat asmaktadır. Ülkemizde başka bayrakların, başka hâkimiyetlerin varlığına katlanamamaktadır. 

Fransızların Maraş’ı işgali sırasında Fransız askerler ve orada yaşayan Ermeniler bir akşam, zengin bir Ermeni olan Hırlakyan Agop’un evinde bir balo düzenlerler. Maraş valisi de Andre isminde biridir. Akşam yemeğinden sonra Andre, Hırlakyan’ın torunu Helena’ya dans etme teklifinde bulunur. Bu teklif karşısında Ermeni kızı, Türk bayrağının dalgalandığı yerde dans etmemeye yemin ettiğini söyler. 

Bunun üzerine Fransız komutanı ertesi günden yani 30 Kasım 1919 gününden itibaren resmî dairelere ve kaleye Türk bayrağı yerine Fransız bayrağı çekilmesi konusunda emir verir. Bunun üzerine Helena dansı kabul eder.  Bu emir yerine getirilir ve artık Türk bayrağı indirilmiş; yerine Fransız bayrağı çekilmiştir. Bunun üzerine galeyana gelen Maraşlılar ayağa kalkarlar ve Türk bayrağını yeniden hâkim kılma mücadelesi verirler. Dolayısıyla Millî Mücadelemiz, Türk bayrağının bu vatan toprakları üzerinde özgürce dalgalanması mücadelesidir. Nazlı hilalimiz olan bayrağımız, yerine bir başkası gelince ya da yanında bir kuma olunca kaşlarını çatmaktadır.

Bir de nazlı hilal, nazlı sevgiliye, geline benzetiliyor. Divan edebiyatımızda sevgilinin kaşları hilâle benzetilir. Türk bayrağı da Türk milletinin sevgilisidir. Divan edebiyatında sevgili, âşığına karşı daima tegafül, kayıtsızlık hâlindedir. Kaşlarını çatarak ters ters bakar ve yüz vermez. Nazlıdır, sevgilisini kaşların çattığı için üzer. Ayrıca nazlı gelinler kuma istemezler. Evlerinde başka kadın istemezler. Başka kadın olursa surat asarlar. Türk bayrağı da kendi evi olan Türkiye’de başka bayrakların dalgalanmasını hiç istememiş ve bunu gördüğünde suratını asmıştır. Âkif o zaman haklı olarak Türk bayrağının yanında başka bayraklara tahammül edememiş yani Türkiye’de sadece Türk istiklalini istemiş, idaremize başka milletleri ve devletleri ortak etmek istememişti.

Eğer Mehmet Akif ve İstiklal Marşı duyarlılığımız önemli ise, günümüzde de ülkemizde ne Avrupa ve Amerika ya da başka bir devlet bayrağının ne de terör örgütü bayrağının asılmasına izin veremeyiz. Biz, Millî Mücadeleyi vatanımızda sadece Türk bayrağı dalgalansın, şehit kanlarıyla vatan edindiğimiz bu topraklarda bağımsız siyasi irademizin idaremize hâkim olması için verdik. 

*“Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?”:  “Kahraman ırkım” ifadesindeki “kahraman ırk”, Türk milletidir. Burada kan bağına dayalı etnik anlamda bir ırkçılık yoktur. Tam tersine Âkif’in ırkçılık yapmadığını görüyoruz. O geniş görüşlü, olgun, akıllı bir Müslüman-Türk aydınıydı. Etnik kökeni, kanı bakımından babası tarafıyla Arnavut’tu. Nitekim bir şiirinde bunu belirtir: 

“Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum… 

Başka bir şey diyemem…, işte perişan yurdum!….”

Âkif, kan kökeni itibariyle baba tarafından Arnavut’tur. Ama Arnavut ırkçılığı yaparak yani kavmiyetçilik ederek Türk düşmanlığı etmediği gibi milliyetini inkâr ederek kendisinin “Türkiyeli” olduğunu da söylememiştir. Türk-İslam kültürüyle yetişmiş, kişiliği, kimliği, kültürü bu topraklarda şekillenmiş, bu toprakları ve bu milleti benimseyerek kendini Türk hissetmiş ve öyle kabul etmiştir. 

O, kültürel, sosyolojik, tarihî ve dinî anlamda bir Türk milliyetçisidir. Müslümanlık adına hareket eden ve “Türkiyelilik”, ”mozayiklik” gibi yanıltıcı ve sinsi kavramlarla gizliden gizliye başka etnik köken ırkçılığı yapanların, yani Türklüğü reddederek Türk dışı başka ırkları ön plana çıkarmak isteyenlerin, bu yolla kendilerini Türk saymadıkları gibi Türk düşmanlığı da yapanların Mehmet Âkif’ten alacağı çok ders var. 

Âkif, burada hiçbir eziklik duygusu hissetmeden, aşağılık duygusuna kapılmadan memnuniyetle mensup olduğu, mensup olmaktan mutluluk duyduğu Türk ırkını övüyor. Onun Türk ırkını övmesi, Arnavutluğu için bir sorun teşkil etmiyor. Türk ırkının tarih boyu kahramanlığını, yüzyıllar boyu Haçlılara karşı İslam dünyasını kahramanca savunmasını takdirle karşılaması, onun yüceliğini ve yüksek değerini ortaya koyar. Nitekim Zağanos Paşa Camii’nde verdiği bir vaazda şöyle der: 

“Osmanlı saltanatını i’lâ (yükseltmek) için Karesi (Balıkesir)’nin bu kahraman İslam muhitinin (çevresinin) vaktiyle büyük fedakârlıklar gösterdiği herkesin malumudur. Rumeli’yi baştanbaşa fetheden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdi. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz.”

Kahraman Türk ırkının, tarihte olduğu gibi o gün de son Haçlı orduları olan emperyalist batılı işgalcilere karşı Anadolu topraklarını, Türkiye’yi savunacak olması onu heyecanlandırıyor. Burada Avrupalı ırkların Türk ırkını ezmesi, yok etmeye, tarihten silmeye çalışması söz konusudur. Yani barbar, saldırgan Avrupa ırkçılarına karşı yok edilmek istenen Türk ırkının korunması isteği ve savunması görülüyor. Burada bir ırkçılık aranacaksa, ancak Batılıların Türklere karşı uyguladığı katliamcı bir ırkçılıktan söz edilebilir.

“Kahraman ırkım” diye hem kendini Türk kabul etmesi hem de Türk ırkının tarihsel bir gerçeklik olan kahramanlığını belirtmesi şovenlik, ırkçılık değildir. Burada Âkif, Türk ırkını başka ırklarla karşılaştırıp Türklerin onlardan üstün olduğunu, ya da Türk ırkının seçkin, kutsal bir ırk olduğunu filan söylemiyor. Burada Türk ırkı başka Müslüman ırklarla karşı karşıya getirilmiyor. Kanı, kökeni, ırkı, etnik yapısı başka olan insanların bundan gocunmasını, alınmasını gerektirecek bir durum yoktur. Bundan ancak kendi ırklarını üstün ırk görenler ve Türk düşmanları gocunabilir.  

Âkif, Türk-İslam kültürünün yoğurduğu bir asil Türk evladı olarak tüm Müslümanları tek bir millet olarak görmüş, bu anlamda İslam milliyetçiliği yapmış, hayatını buna adamış bir insandır. Nitekim “sınırlarımız içinde kalan her ırkı milletdaşımız sayıyoruz” der. İslam kavimleri arasında Türk ırkının kahramanlığını vurgulaması onu gururlandırmakta, kıvandırmakta ve gönendirmektedir. Âkif, kökeni, ırkı ne olursa olsun bu vatanda yaşayan herkesi Türk milleti şemsiyesi altında değerlendirmiş, geniş ufuklu bir aydındır. 

“Celâl” kelimesi, Allah’ın sonsuz güzelliğinin tecellilerinden, yansımalarından birisidir. Allah’ın en genel manada iki güzel sıfatı vardır: Cemal ve Celal. Allah’ın güzelliği lütufla, merhametle, yardımla, cennetle tecelli ederse buna “cemal”, kahırla, cezalandırmakla, cehennemiyle tecelli ederse buna da “celal” denir. Allah’ın “Celîl” ismi, “celal sahibi” anlamına gelir. Âkif, bu manadan hareketle “celal” sıfatını kullanıyor.

Bu iki mısrayı şöyle de okuyabiliriz: “Ey nazlı Türk bayrağı! Türk milleti, varını yoğunu ortaya koymuş hâlde istiklali için savaşıyor. Emperyalist batılıları kovuncaya kadar mücadelesi devam edecektir. Bunun için elinden geleni yapıyor. O bakımdan aman kurban olayım ona kızma, celallenme, yüzünü ekşitme, ters ters bakma. Bu kızgınlık, şiddet, öfke niye? Bu fedakâr millete bir gül, tebessüm et, yaklaş, ümit ver, sıcak dur.”

Bir de şairin “Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?” mısraında eski Türk bayrak anlayışından yansımalar vardır. Eski Türklerde bayrak kutsaldı ve koruyucu bir ruh olarak görülüp algılanırdı. Bayrakta ulu atanın koruyucu ruhunun ve Türk milletine zafer kazandırma özelliğinin bulunduğuna inanılırdı. Bayrağın şiddetle, celalli bir şekilde bakması demek, ondaki ulu ata ruhunun millete ülkeyi gâvura niye teslim ettiniz, bayrağı niye yere düşürdünüz, diye kızması demektir. 

Bu kıtanın ilk iki mısraında ayrıca Âkif, Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” nde geçen şu iki beyitten üslup, yaklaşım ve benzetme motiflerini almıştır. En azından Namık Kemal’in bu beyitleri, Âkif’in bilinçaltında onu etkilemiştir. Namık Kemal’in beyitleri şöyle:

“Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim

 Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten”

(Vatan öyle vefasız, nazlı, güzel bir kadına dönmüş ki, aşkına sadık olanları gurbet elemlerinden ayırmaz.)

“Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme

 Cemâlin tâ-ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten”

(Şimdi kalpleri kendine çekme, gönülleri çelme gücü sendedir, güzelliğini gizleme. Güzelliğin sonsuza kadar milletin gözünden uzak kalmasın).

İstiklal Marşı’nın tamamında Namık Kemal şiirinin üslubunun etkilerini görmek mümkündür. Nitekim Mehmet Âkif, İstiklal Marşı’nı yazarken, Hikmet Bayur’a Namık Kemal’deki ateşli ifadenin kendisinde olmayışından sızlanırmış.

* “Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;” mısraında şehadete yüklenen tarihsel işlev imgesi vardır. Burada Türk milletinin tarih boyunca iki temel değer için kanını akıtmaktan çekinmemesi vurgulanıyor. Şairin burada “sana” hitabındaki “sen”, “hilal”dir. Hilal ise millî değer bağlamında Türk millî bağımsızlığını, hürriyetini, siyasî istiklaliyetini temsil ediyor. Dinî değer bağlamında ise “salib” (Haç)e yani Hristiyan dünyaya karşı İslam dünyasını ve İslamî değerleri temsil ediyor. Batılılar özellikle hilal kelimesiyle bütün bir İslam dünyasını ve İslamî değerleri ifade ederler. Dolayısıyla millî ve dinî değerleri korumak, bunlar için gerektiğinde şehit olmak, Türk milletinin temel vasıfları arasında yer alır. 

*“Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”. 

Bu mısrada Türk milletinin en temel hakkının bağımsızlık oluşu imgesi vardır. Allah’a tapan, haktan ve doğruluktan ayrılmayan Türk milletinin tam bağımsız ve bağlantısız bir millet olarak yaşamasının onun en temel haklarından birisi olduğu vurgulanmaktadır. Âkif, bir vaazında bir Tunuslunun şu sözlerini aktarır: ”Ey Osmanlı Müslümanları! Allah aşkına bizim düştüğümüz mahkûmiyete sakın sizler de düşmeyiniz. Saltanatınızın, istiklalinizin (bağımsızlığınızın) kıymetini biliniz. Çünkü dünyada onsuz yaşamak, meğerse yaşamak değilmiş. Biz bunu pek acı, pek uzun tecrübelerden sonra anladık. İnşallah siz o tecrübelere maruz kalmazsınız.”  

Ayrıca bu mısrada İzmir’in işgali üzerine İstanbul’da bir meydan toplantısında Profesör Selahaddin Beyin yaptığı bir konuşmada geçen şu cümlesinden de etkilenmeler vardır:

“Milletler uyanıyor, devlet oluyorlar, hakkını isteyen bir millet ortadan kaldırılamaz.”

Hakk’a tapan Müslüman Türk milletinin istiklal içinde yani müstakil bir millet hâlinde yaşaması, yani siyasi, idarî kararlarında bağımsız olması, kendi kültürünü, kendi geleneğini, kendi dinini bağımsız ve özgürce yaşaması, gâvurun idaresine girmemesi gereğini Hasan Basri Çantay da bir yazısında şöyle vurgular: 

“Bir esir kurtarmanın temin ettiği saadet (mutluluk) böyle olursa, acaba miktarı binlere, yüz binlere hatta milyonlara baliğ olan (ulaşan) esir ve mazlum kardeşlerimizin tahlîsi (kurtarılması) bize ne büyük vicdanî saadetler bahşetmez (vermez) bize! Bugün o esirler, o zuafâ-yı mazlûmîn (mazlum zayıflar) hep bize, hep bizim rehâkâr-ı hamiyyet ve imdadlarımıza intizâr edüp (yardımlarımızı bekleyip) duruyorlar. Çünkü yeryüzünde ve İslâm dünyasında Cenab-ı Hakk’ın esaretinden muhafaza buyurduğu (özgürce yaşattığı) tek bir millet varsa o da lillahi’l-hamd ve’l-minne (Allah’a hamd ve şükürler olsun ki) biziz. Saadet-i istiklale (bağımsızlık mutluluğuna) malik (sahip) gibi görünen bazı hükûmât-ı İslâmiyye (Müslüman hükûmetler) garb (Batı) pençesinden henüz kendisini kurtaramamıştır.

Maamafih (Bununla birlikte) ey dindaş! İslâm mutlaka hürriyet (özgürlük) ve istiklâl (bağımsızlık) ile yaşar. Küfrün (kafirlerin, Hristiyanların, Avrupalıların) İslâm (Müslümanlar) üzerinde velayet (sahiplik, efendilik) ve hâkimiyeti (üstünlüğü, yöneticiliği) merdûddur (kabul edilemez). Yeryüzünde bulunan bütün İslâm âlemi (Müslüman dünya) din-i müştereklerine (ortak dinlerine) kasteden mutaassıb (tutucu) düşmanlarına karşı son mertebe-i imkâna (sonuna) kadar mukavemet edecek (karşı duracak), boyun eğmeyecektir. Fakat bir taraftan onlar vazife-i mukavemet (direnme görevi) ve sebatı ifa ederken (yerine getirirken) diğer taraftan bizlerin anın istimdadlarını (yardım istemelerini) cevapsız ve manasız bırakmayacağız. Buna şer’an (İslam’ın emri gereği) mecburuz.” 

İstiklal, bir milletin kendi hür vatanında, kendi devletinde kendi istediği gibi yaşaması özgürlüğüdür. Bu yoksa istiklal yok demektir. Nitekim Mütareke döneminde İngiliz işgal orduları Komutanı General Milne, 24 Kasım 1919 tarihinde gönderdiği bir yazısında İstanbul’da Türklere ait taburların kendi bilgisi haricinde bir yerden başka bir yere sevkinin mümkün olmadığını, Osmanlı askerlerinin izni olmaksızın hiçbir yere hareket etmemeleri hakkında Harbiye Nezaretine daha önceden emirler vermiştir. 

Ayrıca İtilaf devletleri askerleri İstanbul’u işgal ettiği sırada Osmanlı ordusu subay ve erlerinin İtilaf subaylarına sokakta rastladıkları zaman rütbe farkına bakılmayarak selamlamaları isteniyor ve buna mecbur tutuluyordu. Bu Türk ordusuna bir hakaretti. Buna göre 50-60 yaşlarında bir Osmanlı paşası, 20-25 yaşlarındaki bir itilaf Devletleri subayına veya erine selam vermeye mecbur oluyordu.

Diğer yandan bir başka uygulama da İtilaf ordusu mensubu askerler tren ve vapurlarda birinci mevkide oturuyorlar, birinci mevki bileti alanlar da ayakta gitmek zorunda kalıyorlardı. Ayrıca Haydarpaşa hattında seyahat eden yolcuların biletinden eşyasına kadar her şeyleri kontrol ediliyordu. Kılık kıyafetini beğenmediklerini trenlere bindirmiyorlardı. Yaz ve kış işgalci subaylar için vapur ve trenlerde boş yer bırakılması da ilke hâline getirilmişti. Ayrıca İngilizler, yolda yürüyen vatandaşların yürüyüşüne dahi karışmaktaydılar. Yani Türk milletinin istiklali yoktu.

*“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. 

    Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! 

    Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım; 

    Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.” 

(Türk milleti olarak ben, en eski zamanlardan, tarihte var olduğum günden beri hür yaşadım, kimsenin sömürgesi ve kölesi olmadım, bundan sonra da olmam ve böyle yaşayacağım. Hangi aklını yitirmiş çıkıp da beni bu saatten sonra köle ve sömürge yapmaya kalkacak acaba? Ben bu cür’ete şaşarım. Ben kükremiş, coşkun bir sel gibiyim; benim önümde kimse duramaz, önüme çıkan engellerin tamamını çiğner geçerim. Hatta önüme çıkan dağları bile deler geçerim.)

Bu kıtada Türk milletinin hiçbir zaman sömürge olmadığı ve olamayacağı inancı imgesi vardır. 

Buradaki “ezel” kelimesini düz anlamıyla zamanın öncesizlik boyutu anlamıyla almıyoruz. Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı andan beri hep hür ve bağımsız yaşadığı, başka milletlerin boyunduruğu altına girmediği şeklinde anlayacağız. Türk milleti, tarih boyunca bu coğrafyada doğrudan doğruya sömürge olmamış tek millettir. Dolayısıyla şair, bu durumu kuvvetle vurgulayarak mübalağa sanatıyla zamanda öncesizlik demek olan ezelden bu yana hür yaşamış, sömürge olmamış bir millet olduğumuzu ifade eder. “hür yaşarım” ifadesiyle de bundan sonra da öyle kalacağımızı, hür, müstakil bir millet olacağımızı, emperyalist batılı devletlerin sömürgesi olmamakta kararlı olduğumuzu büyük bir inançla haykırıyor.

Bu kıtanın ilk iki mısraının yazılmasına sebep olan kaynaklardan biri, 10 Ağustos 1920’de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr anlaşmasıdır. Burada “çılgın”, ülkemizi işgal eden İtilaf devletleridir, yani batıdır, Avrupa’dır, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Amerika’dan oluşan Haçlı dünyasıdır. Bu çılgın emperyalist Batının bizi “zincire vurması” ise Sevr anlaşması, program ve projesidir. 

Bu Sevr paçavrasında Türk milletine devlet olarak sadece orta Anadolu’da Adapazarı, Bilecik, Bolu, Eskişehir, Kütahya, Afyon, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Zonguldak, Sinop, Samsun, Merzifon, Amasya, Çorum, Yozgat, Kırşehir, Nevşehir, Kayseri gibi yerlerden oluşan küçük bir bölge veriliyor; diğer yerler Haçlılar tarafından paylaşılıyordu. Böylece Türkler, zincire vurulacak ve Anadolu ortasına küçük bir bölgeye hapsedilecek, orada bir süre tutulup sonra yok edilecek vahşi hayvanlar gibi görülmektedir.

Âkif’, Sevr paçavrasının bizi esaret altına almak istemesine tepki duyarak, Türk milletinin her zaman hür yaşamış ve hür yaşama azminde olan bir millet oluşunu haykırıyor. 

Ayrıca bu mısralar, söylem olarak Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”nde geçen şu mısralarından mülhemdir:

“Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yı hürriyet

Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten”

(Zulümle, haksızlıkla hürriyeti yok etmek mümkün müdür? Çalış, eğer gücün yetiyorsa insanlıktan önce anlama, algılama gücünü ve bilme isteğini kaldır, ondan sonra ancak hürriyeti yok edebilirsin.)

Yine Namık Kemal’in şu cümleleri de hürriyetin baskıyla, zorla ortadan kaldırılmayacağı gerçeğini vurgulamaktadır ve Âkif’in bu düşüncelerden de etkilenmiş olduğunu görüyoruz. Namık Kemal şöyle der:

“Bir adamın, velev taşlarla beyni ezilsin, fikrince kanaat ettiği tasdîkâtı (onayladığı değerleri) tağyîr etmek (değiştirmek) kâbil midir (mümkün müdür)? Velev hançerle yüreği paralansın, vicdanınca tasdik ettiği mu’tekadâtı (inançları) gönlünden çıkarmak mümkün olabilir mi? Demek ki naklî, aklî, hikemî, siyasî, ilmî, zevkî her nevi efkâr (fikirler) zaten serbest, zaten tabiidir. Değişirse kimsenin icbâriyle (zorlamasıyla) değil, tabiatın ilcâsıyla (doğal seyri içerisinde)  değişir.”

Âkif’in yukarıdaki mısralarında ayrıca İzmir’in işgali üzerine İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda yapılan bir toplantıya katılan Türklerin havaya kaldırdıkları levhalarda şu cümleler yazılıydı:

“Türk hürdür, esir olamaz.”, “Hak isteriz: 2 milyon Türk, 200 bin Rum’a feda edilemez.”, “Yaşamak istiyoruz, Müslüman ölmez ve öldürülemez.”

Bu cümleler, ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşama azmi ve kararlılığında olan Türk milletinin ruhuna tercüman olan ifadelerdir ve Akif, bu ruha tercüman oldu. 

*“Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” 

mısraında Türk milletinin sömürgeleştirilmesinin imkânsızlığı imgesi vardır. Kudurmuş bir şekilde her şeyi göze alarak üzerimize çullanan, aklını, şuurunu, realist düşünme kabiliyetini kaybetmiş işgalci batılı haçlı ordularıdır. Şair, onların bu davranışını çılgınlıkla ifade ediyor. Yakalanıp tutulan hayvanları ya da esir edilmek istenen insanları hapsetmek için zincire vururlar. Ellerini ayaklarını zincirle bağlarlar. İşgalci güçler de Türk milletini zincire vurarak esir etmek, sömürgeleştirmek, kıskıvrak kıskaca alıp, köleleştirmek istemektedir. Fakat şair, böyle bir çılgınlığa sadece “şaşarım!” diyerek bunun imkânsızlığını, düşünülmesinin bile saçmalığını ve mantıksızlığını dile getirmektedir.

“Zincire vurmak” motifini Âkif, hem üslup, hem anlam, hem de benzetme motifi olarak değişik bir şekilde Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” nde geçen şu iki beytinden ilham alarak kullanmıştır. Namık Kemal şöyle diyordu:

“Değildir şîr-i der-zencîre töhmet acz-i akdâmı

 Felekte baht utansın bî-nasîb erbâb-ı himmetten”

(Zincire vurulmuş arslanın kurtulmak için ayaklarının aciz kalması, zinciri kıramaması, kendi suçu değildir. Dünyada kader utansın nasipsiz destekçi ve yardımcılardan.)

“Kemend-i cân-güdâzı ejder-i kahr olsa cellâdın

 Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten”

(Celladın can alıcı ipi, urganı öldüren bir yılan bile olsa esaret zincirinden yine bin kere yeğdir.)

*”Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım;” 

Bu mısrada hapsedilme, sömürgeleştirilme, köleleştirilme, köşeye sıkıştırılma isteğine karşı mutlak bir direniş azmi görülür.  Kükremiş, coşkun, gürül gürül akma kabiliyetindeki sel, önünde hiçbir engel tanımaz. Önüne çekilen setleri, bentleri yıkar geçer. Türk milleti de kendisi için biçilen rollere, hapsedilmek istendiği sınırlara isyan eden, hiçbir zaman batılıların dayatmalarını kabul etmeyecek olan hür bir millettir. Hür bir millet olarak yaşamasını imkânsız kılacak tüm engellere karşı koyacak güçtedir.

*“Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.” 

mısraında Türklerin eski efsanevî destanı olan Ergenekon Destanı’na dolaylı bir gönderme vardır. Ergenekon Destanı’nda da Türkler çoğalıp içine sıkıştıkları dağların arasından dağları delerek, demirleri eriterek çıkmışlardı. Etraflarındaki dağları yırtmışlar, enginlere sığmamışlar ve dışarı taşmışlardı. Yani Türk’ün önünde engel yoktur, demirden dağ bile olsa eritir, gene geçer azim ve iradesi vurgulanıyor.

Ergenekon Destanı kısaca şöyledir: Türk boyları arasında Köktürklerin çok kuvvetli olduğu bir sırada etraftaki bütün kavimler, Tatarların öncülüğünde birleşip Köktürkleri ortadan kaldırmayı kurarlar. Köktürklerle diğer milletler savaşa tutuşur. Tatarlar, Köktürkleri yener ve hepsini kılıçtan geçirirler. Sadece Köktürk Hanı İl Han’ın oğlu Kıyan ve eşi ile İl Han’ın kardeşinin oğlu Nüküz ve eşi kaçabilirler. 

Bunlar, düşmandan saklanmak ve korunmak için sarp dağların arasında insan yolu düşmez, sadece bir atın zor geçebileceği bir yolu olan bir yere sığınırlar. Etrafı yüksek dağlarla çevrili bu sulak, yeşillik yere “Ergenekon” adını verirler. “Ergene: Dağın kemeri”, “kon: keskin, sarp” demektir. Bu iki aile, burada 400 yıldan fazla kalıp çoğalırlar. 

Bir zaman sonra buraya sığamaz olurlar. Aralarında istişare edip oradan çıkmayı, atalarının geniş, düz, güzel yurtlarını tekrar ele geçirmeyi kararlaştırırlar. “Dağların arasından çıkıp göçelim, dostum diyenle görüşelim, düşmanla güreşelim” derler. Fakat çıkacak yol bulamazlar. 

Bir demirci, dağın bir yerinde demir madeni olduğunu, onu eritirlerse oradan çıkış için yol bulacaklarını söyler. Herkes bu fikri beğenir ve dağın demirden olan o bölgesine odun ve kömür yığarlar. 70 deriden körük yapıp körüklerler. Böylece demirden dağı eritip oradan çıkış için yol bulurlar ve özgürlüğe kavuşurlar. O zaman Köktürklerin hakanı Börte-Çene (Bozkurt)‘dir. Önlerine çıkan dostlarla dost olurlar, düşmanları yenerler ve 450 yıl sonra atalarının öcünü alıp ata yurtlarına otururlar.

Bu destanda iki temel motif vardır: 

1. Dış baskılar, düşmanlar ya da tabiat şartları tarafından sıkıştırılmışlık, kuşatılmışlık, haricî sınırlar tarafından haps olmuşluk, 

2. Bu kuşatılmışlık, sıkıştırılmışlık ortamından ne pahasına olursa olsun kurtulmak, imkânsız görünen engelleri aşmak, dağları demirden bile olsa eriterek o engelleri aşmak ve özgürlüğe kavuşmak. Bu, bir millî özgürlük destanıdır. Bu destan ruhu, tarih boyunca Türk milletine ilham kaynağı olmuştur. Millî Mücadele sürecimizde de başta Yakup Kadri Karaosmanoğlu olmak üzere bazı yazar ve şairler, değişik gazete ve dergilerde Türk’ün Millî Mücadelesini Ergenekon’dan çıkış olarak algılamışlar, Atatürk’ü de Türk’e yol ve yön gösteren önder Bozkurt olarak görmüşlerdi. 

Mehmet Âkif’in de bu destandan elbette haberi vardı ve bilerek veya bilmeyerek bilinçaltına yerleşmiş olan Ergenekon Destanına ait bazı motifler, o farkında bile olmadan İstiklal Marşı’na yansımıştır.  Âkif, bu dörtlükte de Ergenekon Destanına gönderme yapmıştır. 

Buna göre, Anadolu’da İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Amerikan işgalcilerinden oluşan sıradağlar tarafından kuşatılan ve belli bir alana; Anadolu içlerine kıstırılan Türk milletinin bu emperyalist dağları demirden, çelikten, zırhtan, tanktan, tüfekten, uçaktan bile olsa bunları eritip, yırtıp aşarak geçeceğini, Türk milleti için hiçbir engelin olamayacağını ve buna olan inancını vurgulamıştır.

*“Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; 

    Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. 

    Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, 

   “Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?” 

(Batının her tarafını çelik zırhlı duvarlar, en yeni teknolojik aygıt ve silahlar sarmış olabilir; ancak Türk milleti olarak bizim de bunlara karşı koyacak, sınırlarımızı koruyacak iman dolu göğüslerimiz vardır. Ey Türk milleti! Kendisine “medeniyet” denilen ve sadece maddeye değer veren tek dişi kalmış bir canavar olan emperyalist Batı, köpek gibi ulusun dursun, sen ondan korkma, senin büyük imanını boğamaz, yok edemez.)

Burada silâh teknolojisinin üstünlüğüne karşı İslam imanıyla karşı duruş imgesi vardır. 

*“Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar” 

mısraıyla, ülkenin batı bölgelerinde yer alan Ege ve Marmara denizlerinin rıhtımlarına batının çelik zırhlı gemilerinin demirlemeleri, çelikten birer duvar gibi dizilmeleri de kastedilmektedir. 

Âkif bir yerde şöyle der: “Ankara… Ya Rabbi ne heyecanlı, halecanlı günler geçirmiştik… Hele Bursa’nın düştüğü gün… Ya Sakarya günleri… Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se (ümitsizliğe) düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydik? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz… Fakat imanımız büyüktü.” 

Yukarıdaki mısraları Âkif’in bu sözleri ışığında okumak lazımdır.

Materyalim, mekanizm, pozitivizm anlayışları maddeyi yani görüneni esas alır. Pozitivizme göre hayatta, sosyal ve doğal olaylarda geçerli olan determinizm ilkesidir. Bunu savaşa uyarlayacak olursak savaşan taraflardan hangisi sayı ve silah üstünlüğüne sahipse o galip gelir. İstiklal mücadelemizde emperyalist işgalci batılı güçler, silah teknolojisi bakımından bizden kat kat üstündüler. 

En modern silahlarla saldırıyorlardı. Bizimse silahımız yok ya da çok azdı. Olanlar da geri teknolojiye sahipti. Âkif burada Garbın âfâkının çelik zırhlı duvarla sarılmış olduğunu yani batının silah teknolojisi bakımından çok üstün olduğunu belirtirken; öte yandan pozitivist prangaya isyan ediyordu. Olabilir ama ben de sınır boylarımı, savunma hatlarımı iman dolu göğsü olan Mehmetçiklerle, bütün milletimizle savunuyorum. Benim İslam kaynaklı mutlak imanım, inancım, her türlü maddî engeli, her türlü modern silahı yenecektir, diyordu.

Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği bir vaazda üstün silah gücünün o kadar etkili olmadığını şöyle belirtir:

”Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz.” 

Son büyük Türk hakanı Mustafa Kemal Paşa da Âkif’le aynı inanca sahipti. O da pozitivist mantığa direnen bir iman eri idi. Âkif’in direniş imanını o şöyle ifade etmişti:

“Gittiğimiz yol bir iman yoludur. Evet biz on milyonluk küçük ve yorgun bir milletiz. Düşmanlarımız ise pek çoktur ve pek kavidir (güçlüdür). Vâkıa (Gerçekte) riyazî (matematiksel, maddi güçleri hesaplayarak, yani istatistikî olarak) düşünülecek olursa galebe çalmamız (üstün gelmemiz) müşküldür (zordur). Fakat bizde olan şey onlarda yoktur. Bizde iman kuvveti vardır. Zaten bu mücâhede (savaş) bir iman işidir. İmanı kavi (güçlü) olan buraya gelir çalışır. İmanı zayıf olana ihtiyacımız yoktur. Biz bin türlü düşmanlarımızın kuvvetine rağmen muvaffak (başarılı) olacağız”

Bu kıtanın ilk iki mısraında düşman ne kadar kuvvetli olursa olsun şairin kendine tam bir güven duygusu vardır. Aynı motif, Dede Korkut Kitabı’nda da görülür. Kazan, kâfirler tarafından esir alınır. Kollarını urganlarla bağlarlar ve ondan kendilerini övmelerini isterler. Kazan ise urganları kırarak güler ve düşmanları değil de kendisini över ve şöyle der:

“Bin bin erden yağı gördümise öyünüm dedüm 

Yigirmi bin er yağı gördümise yıylamadum 

Otuz bin er yağı gördümise ona saydum 

Kırk bin er yağı gördümise kıya bakdum 

Elli bin er gördümise el vermedüm 

Altmış bin er yağı gördümise aytışmadum 

Seksen bin er gördümise segsenmedüm 

Doksan bin er yağı gördümise donanmadum 

Yüz bin er gördümise yüzüm dönmedüm”

Ayrıca yukarıdaki 2 mısrada Âkif, aletleri, silahları değil de iradeyi ve imanı önceler. Bu motif, yine Dede Korkut Kitabı’nda vardır. Begil, “hüner atın değil, erindir” der. Burada alet ve silah değil, insan iradesi ve imanı belirleyicidir. 

Yine bu mısralar, Millî Mücadele sırasında ülkenin değişik yerlerinde müftülerin, hocaların, din adamlarının ya da başka kanaat önderlerinin, âlimlerin, şairlerin, fikir adamlarının yaptıkları birbirine benzeyen konuşmalardan da izler taşımaktadır. Nitekim bunlardan biri olan Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilince Denizlilere yine aynı gün yani 15 Mayıs 1919 günü verdiği bir fetva ile Millî Mücadeleye çağırır. Bu fetvada, Âkif’in yukarıdaki mısralarıyla hemen hemen aynı manaya gelen şu ifadelere yer verir:

“Silahımız olmayabilir, topsuz tüfeksiz sapan taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklal aşkı, vatan sevgisi hassasiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazilerdir. Bu mutlak olarak cihâd-ı mukaddestir (kutsal cihattır).”

“Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.”

mısraını Mehmet Âkif, Namık Kemal’in “Vatan Şarkısı”nda yer alan şu mısraından ilhamla yazmış olmalıdır. Zira her iki mısra da söylem ve anlayış birliğine sahip. Yani vatanın sınır boylarını biz iman dolu göğüslerimizle, bedenlerimizle kale gibi koruruz demekteler. Namık Kemal’in sözü geçen mısraı şöyle:

“Serhaddimize kal’a bizim hâk-i bedendir”

(Sınır boylarımızın kalesi beden toprağımızdır.)

“Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, 

 “Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?” 

Bu mısralarda süflî değerler manzumesinin ulvî değerler manzumesine karşı saldırganlığı söz konusu edilir. Burada iki ayrı toplum ve medeniyetinin karşıtlığı gündeme getiriliyor. Doğu-Batı çatışmasının bir yüzünü görüyoruz. “İman” kavramı, simgesel olarak Müslüman Türk milletini, Doğuyu, İslam medeniyetini temsil ediyor. 

“Kendisine ‘medeniyet’ adı verilen canavar” ise İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunanlı ve Amerikalı gibi işgalci güçlerin, Batı toplumlarının haksız çıkarları uğruna, insanlık dışı bir şekildeki emperyalist saldırılarını temsil ediyor. Canavara benzetilen medeniyet, Batının bilim, teknoloji, sanat, kültür gibi olumlu taraflarını değil; tam tersine insanlık dışı sömürgeci uygulamalarını, kitlesel katliamlarını, saldırganlığını, silah gücüyle masum kitleleri öldürmelerini temsil ediyor.

Şair, canını dişine takmış bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesi veren Müslüman Türk milletine seslenerek moral destek, ümit ve cesaret telkin ediyor. Şöyle hitap ediyor: “Kendisine medeniyet denilen ve tek dişi kalmış canavara benzetilen son haçlı ordularının kudurmuşçasına saldırmalarından ürküp korkma, aldırma, endişeye kapılma! 

Toplarıyla, tüfekleriyle, bombalarıyla bu medeniyet kisveli işgal canavarı kudurmuş bir hâlde ulusun, bağırsın, böğürsün, gürültüler çıkarsın dursun! Sendeki büyük, güçlü ve sağlam İslam imanını boğamaz, yenemez. Seni yok edemez. Bilakis sen onu bu imanın sayesinde yenebilirsin. Burada “ulusun” kelimesi, bir köpeğin, canavarın çıkardığı ürkünç sesler anlamındaki ulumasıdır. En son teknolojiyle üretilmiş tank, top, bomba, tüfek sesleri bir canavarın uluması olarak algılanıyor.

Burada ayrıca “medeniyet” terimine şairin yüklediği anlam şudur: Tohumlarını ve köklerini Müslümanlardan aldıkları müspet bilimi geliştirerek makine, teknoloji medeniyetini üreten Batı dünyası, bu ilerlemenin verdiği avantajla kendini medenî, bilimde, fende, teknolojide geri kalmış toplumları da “ilkel”, “primitif”, “geri” olarak görmüştür. Yani dünyayı medenîler ve medenî olmayanlar olarak ikiye ayırmıştır. Fakat Batı, elde ettiği medeniyet imkânlarını dünya insanlığının hayrına, iyiliğine kullanmak yerine sömürü, zulüm ve imha aracı olarak kullanmıştır. 

*“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Batı, 19. yüzyılda Afrika ve Asya ülkelerini doğrudan işgal ederken oraları kendisine sömürge edinirken, oralarda kolonyal bir yönetim kurarken gerekçesi oralara medeniyet götürmekti. Yani Asya ve Afrika insanları cahil, kültürsüz, medeniyetsiz, ilkel ve vahşi idiler. 

Avrupalı efendiler onlara medeniyet götürüyorlardı. Sömürü düzenlerini dünya kamuoyuna böyle cilalı bir kılıf içinde sunuyorlardı. Bugün de aynı Haçlı Batılılar, Afganistan’a, Irak’a, şuraya buraya demokrasi götürüyoruz diye giriyorlar. Terimler değişiyor ama öz değişmiyor. 

Millî Mücadelemiz sıralarında Batı destekli Yunan orduları Anadolu’muzu işgal ederken İngiliz Başbakanı David Lloyd George (1863 – 1945), Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada aynen şöyle demişti: 

“Yunan ordusu Anadolu’ya medeniyet götürüyor. Yunan kuvvetleri kendilerinden bekleneni yapmıştır.”

Emperyalist Batı, özellikle Doğu dünyasını, İslam dünyasını silah zoruyla, işgalle, zorbalıkla sömürge hâline getirmiştir. Özellikle I. Dünya Savaşı’ndan itibaren medeniyet ürünü olan silahlarla kitle katliamları yapmış, oluk oluk kanlar akıtmış, milletleri boyunduruğu altına almıştır. Âkif, Batının kendini “medeniyet”le özdeşleştirmesini istihzalı bir biçimde vurguluyor. Şunu demek istiyor: Kendilerini medenî olarak gösteren Batı, aslında vahşî bir canavardan ibarettir. 

Âkif, “medeniyet” kavramına yüklediği anlamı, neden tek dişi kalmış canavar olarak nitelediği konusunu Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği bir vaazında şöyle açar:

“Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm varsa o da Garp (Batı) medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel hâk ile yeksân (yerle bir) olmasını temenniden ibarettir. Ey cemaat-ı müslimîn! (Müslümanlar topluluğu) Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, marifet (bilgi, hüner, sanat, beceri) düşmanı, terakki (ilerleme, gelişme) düşmanı olduğuma zâhip olmayınız (bu kanıya varmayınız). 

Benim bütün insanlar hesabına bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa o da her manasıyla pek yüksek, namuslu, vakarlı bir medeniyettir, yani bir medeniyet-i fâzıladır (faziletli, erdemli bir medeniyet). Garp medeniyeti maddiyattaki (maddi alanlardaki) terakkisini (gelişimini) maneviyat sahasında katiyen gösteremedi. Bilakis o ciheti (tarafı) büsbütün ihmal etti. Hayır ihmal etmedi; bile bile pâymâl etti (mahvetti, telef etti). Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim ki bu sefer artık gözleriyle görerek hatalarını tashih etmişlerdir.” 

Görüldüğü gibi modern Batı, maneviyatı, insanî değerleri, dinî duyarlığı ortadan kaldırdığı, sadece maddeciliğe, materyalizme, güce, silaha, dünyaya bağlı olduğu için tek boyutlu yani tek dişi kalmış bir canavardır. 

Medeniyet” kelimesinin vurgulanmasının bir özel durumu daha vardır. O da şudur: Yunanlılar, vahşice katliamlarla Anadolu’yu işgal ederken Dünya kamuoyuna “biz Anadolu’ya medeniyet götürüyoruz!” diye propaganda yapıyorlardı. Son zamanlarda Amerika Irak’ı işgal ederken aynı propagandayı kullanmıştır. Onlar da: “Biz Irak’a demokrasi götürüyoruz!” dediler ve geldikten sonra 3 milyondan fazla Müslümanı katlettiler, sakat, aç sefil bıraktılar, ülkeyi baştan başa yakıp yıktılar, yaşanamaz bir hâle soktular. Emperyalist Batının işgal mantığı hiç değişmiyor.

*“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?” 

mısraı, aynı zamanda büyük ölçüde Oğuz Kağan Destanı’ndan izler taşıyor. O destanda Oğuz Kağan, Türklerin at sürülerini ve halkı yiyen, ağır bir eziyetle halkı ezen büyük ve yaman bir canavar olan gergedana karşı savaşır ve onu öldürerek kahraman olur.

Bu destan motifi, İstiklal Marşı’nda yukarıda verdiğimiz mısrada yeni bir şekilde ele alınıp işlenmektedir. Buna göre eski Türk tarihinin kahramanı Oğuz Kağan, milletin at sürülerini yani ekonomik kaynaklarını yok eden, hatta bununla kalmayıp milleti yok eden yani soykırım uygulamak isteyen gergedan canavarının emperyalist faaliyetlerine karşı kahramanca göğüs geren bir figür idi. Millî Mücadele sürecimizde de kahraman Oğuz Kağan’ın karşılığı Türk milletidir, Kuva-yı Milliyedir, Atatürk’tür. 

Ekonomik kaynaklarımızı ele geçirmek isteyen ve bizi yok etmek isteyen gergedan canavarının karşılığı da ülkemizi işgal eden batılı devletler, itilaf devletleri, Batı emperyalizmidir. Âkif, burada bilinçli olarak bu batı emperyalizmine “canavar” diyor. Oğuz Kağan’ın gergedan canavarına karşılık Âkif, döneminin canavarı “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar”dır. 

Batı emperyalizmi de Türk milletinin yer altı ve yer üstü bütün ekonomik kaynaklarına musallat olmuş bir canavardır. Oğuz Kağan zamanının ekonomik değeri at sürüsü idi, Âkif zamanının ekonomik değerleri ise madenlerimiz, limanlarımız, meyvemiz sebzemiz, işletmelerimiz; hasılı her şeyimizdir. Oğuz, Âkif’in atasıdır. Âkif, dedesi Oğuz’un asil bir torunu olduğunu göstermiştir. İkisi de kendi dönemlerinin emperyalizmine karşı savaşmışlardır.

*“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın, 

    Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. 

    Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın. 

    Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.” 

(Arkadaş, sakın vatanıma alçak emperyalist Batılıları uğratma, onların çiğnemelerine, işgal etmelerine izin verme, diren. İşgalcilerin, emperyalistlerin saldırılarına karşı gerekirse göğsünü siper et yani her türlü imkânı kullanarak bu hayasızca, namussuzca, alçakça akınlar, saldırılar duruncaya kadar diren. Sen Allah’a ve kendine güven. Allah’ın senin için vaat ettiği kurtuluş günleri, bak göreceksin gelecektir. Yeter ki sen inancını yitirme. Bu kurtuluş, göreceksin çok kısa zamanda olacaktır; belki yarın belki yarından da yakın zamanda gerçekleşecektir.)

Burada vatanı düşman işgaline karşı sonuna kadar savunma kararlılığı imgesi vardır. 

Yurt, Türkiye topraklarıdır. Bu vatan, bizim millet olarak hem maddi ihtiyaçlarımızı karşıladığımız, hem de kültürümüzü, medeniyetimizi oluşturup yaşadığımız kutsal bir topraktır. Millî varlığımızı, millî kimliğimizi, değerlerimizi, inançlarımızı, geleneklerimizi ancak kendimize ait bağımsız bir vatanımızda yaşayabilir ve yaşatabiliriz. Vatan, bizim için sadece karnımızın doyduğu bir toprak parçası değildir. Anadolu toprakları bizim Türk-İslam kültür ve medeniyetimizin yeşerdiği, serpildiği, geliştiği, yaşandığı bir yerdir. Millî kültürümüzü bir yönüyle Anadolu coğrafyası oluşturmuştur. Bu bakımdan millî kültürle vatan arasında kopmaz bir bağ vardır. 

Burada alçak diye belirtilen kesim, ülkemizi işgal eden emperyalist batılılardır. Onlara alçak denmesinin bazı sebepleri vardır. Alçak, aşağı, soysuz, namert demektir. Buna göre emperyalist batılı devletler, haksız yere gelip üzerimize saldırmışlar, işgal ve istila zamanında namertçe kadınlarımıza, kızlarımıza, yaşlılarımıza, çocuklarımıza zulmetmişlerdir. Hem milletimizi, hem de dinî ve millî değer ve varlıklarımızı yok etmek istemişler, bu konuda her türlü tahribatı yapmışlardır. Dolayısıyla onların yaptıkları mertlik ve haklılığa dayanan şeyler değildir. 

Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği bir vaazda sömürgeci batılı devletleri şöyle nitelendiriyor: ”Uzun zamandan beri devam eden dahilî (iç), haricî (dış) muharebeler (savaşlar), bilhassa Balkan muharebesiyle şu harb-i umumî (Birinci Dünya Savaşı) bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç bir şey bırakmadı. 

Düşman ise bu kadar kuvvetli. Şerâit-i sulhiyyeyi (barış şartlarını) çârnâçar (mecburen) kabul edeceğiz. Bu, tıpkı silahsız bir adamın dağ başında müsellah (silahlı) haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek… Pek doğru! Yalnız iki nokta var. 

Bir kere o müsellah haydutlar ortalarına aldıkları bîçareden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki külahını isteseler biz de vermesini tasvib ederdik (onaylardık). Lakin bununla kanaat etmiyorlar ki. Bîçâre (çaresiz) herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:

-Boynunu uzat! Kafanı da ver! diyorlar. Mademki teklif bu kadar ağırdır, artık bunu hiç kimse kabul edemez. İster istemez dişiyle tırnağıyla uğraşır, çabalar.” 

“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,”

mısraında Namık Kemal’in Deli Hikmet’le müştereken yazdığı Vatan Mersiyesi’nin Deli Hikmet’e ait olan şu mısralarından etkilenmeler ve izler vardır:

“Ey vatan genç idin eyvah tükendin bittin

 Bizi alçaklara, hainlere muhtaç ettin

 Bunca öksüzlerini kimlere koydun gittin” 

 Deli Hikmet, vatanın alçaklar tarafından işgalinden duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu. Âkif ise vatanımızın alçaklara teslim edilmemesi gerektiğini vurguluyor.

Âkif’in yukarıdaki mısraında alçakların yurdumuza neden uğratılmaması gerektiğini gösteren bir örnek olayı Hasan Basri Çantay bir yazısında şöyle anlatır:

“Düşmanın en çok hedef-i taarruzu (saldırı hedefi) namuslu, dindar, münevver (aydın) erkeklerle kadınlardır. Bunlara îkâ’ ettikleri (dayandırdıkları) şenâyi’ (kötü işler) pek elîmdir (elem vericidir). Geçenlerde bize verilen bir habere göre Erdek dahilinde bulunan İslâm eşrafı (önde gelen Müslümanlar) tamamen toplattırılarak Yunanlılara istinad eden (sırtını dayayan) yerli Rumlar tarafından ağızlarına “değnek”ten birer “gem” vurulmuştur. 

Bunları düşürmeksizin tıpkı köpekler gibi bağırmaları, havlamaları teklif edilmiş, değnekler düştüğü hâlde süngülenecekleri de söylenmiştir. Ağızlarından değneği düşüren bedbahtlar fi’l-hakika (gerçekte) dipçiklerle darb u cerh olunmuşlardır (dövülüp yaralanmışlardır). Yine Erdek’te on beş yaşında ….. isminde bir efendinin cebren (zorla) namusuna taarruz edilmiş (sataşılmış), zavallı çocuk bilahare (daha sonra) ölüm döşeğine düşmüştür.

Bu ve emsali (benzeri) fecâyi (facialar, trajik olaylar) yalnız garb cephesine (Batı bölgesine) mahsus değildir. Trakya’da, Adana taraflarında ve daha doğrusu çoktan beri küffarın (kâfirlerin) tahakküm (baskısı) ve esareti altında inleyen diğer bütün diyar-ı mazlûme-i İslâm’da (mazlum müslümanların yaşadığı bölgelerde) dahi muhtelif eşkâlde (değişik şekillerde) el-yevm (bugün) icra ve tatbik olunmaktadır (uygulanmaktadır). Binaenaleyh (dolayısıyla) cihanın (dünyanın) her yerindeki İslâm evlatları (çocukları) tıpkı ayet-i kerîmede tasavvur buyurulduğu (anlatıldığı) gibi gece-gündüz ve feryad u istimdâd edüp (inleyip medet isteyip) durmaktadırlar.”

Hayâsızca akın, emperyalist batılıların son haçlı saldırısıdır. Hayasızca yani utanmadan, namussuzca, Allah korkusu ve günahtan kaçınma duygusu olmadan yapılan bir saldırganlıktır. 

*“Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın” 

Burada Allah’tan hiçbir zaman ümit kesmeme inancı dillendirilir. Müslüman kişi, en olumsuz ve kötü şartlarda bile Allah’tan ümidini kesmez. Müslüman için imkânsız diye bir şey yoktur. Allah her şeye kadirdir. O isterse en kötü şartları bile tersine çevirebilir. Maddî sebeplere bakıp da ümit kesmemek lazımdır. Düşman sayıca, silahça çok olabilir, kat kat üstün olabilir ama bu durum onların mutlak anlamda üstün gelecekleri anlamına gelmez. Onun için yılmadan, ümidi kesmeden mücadeleye devam etmek lazımdır. 

Bu mısrada dolaylı da olsa değişik bir ifadeyle “Müminlerden özür olmaksızın oturanlar ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vaat etmiştir.” (4/95) ayetinin içeriği aktarılmıştır. Ayrıca bu mısrada şu ayetin içeriğini de görüyoruz:

“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.” (12 / 87) 

Dolayısıyla burada Allah’ın Türk milletine vaad ettiği şey, hem dünyada tam bağımsız ve bağlantısız hür bir vatan ve devlet, hem de cennettir. 

Ayrıca bu mısrada İzmir’in işgali üzerine Halide Edip’in İstanbul’da bir meydan toplantısında yaptığı bir konuşmada geçen şu cümlesinden de etkilenmeler vardır:

“Her gecenin bir sabahı vardır.”

*“Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı! 

    Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. 

    Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: 

    Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.” 

(Ey Türk milleti! Her gün üzerinde gezip dolaştığın toprakları sıradan, basit, anlamsız, kuru bir toprak yığını olarak görme. Onun özelliğini ve mahiyetini iyi düşün. Bu toprakların altında atalarından binlerce kefensiz yatan şehitler vardır. Sen şehit oğlusun, atalarından mutlaka bir şehit vardır. Onları incitme, yazıktır, onların niçin şehit olduklarını düşün. Neler uğruna fedakârlık yaparak kanlarını, canlarını verdiklerini iyi düşün. Bütün dünyayı verseler bile bu cennet vatanı hiçbir şeye değişme. Zira Türkiye’mizin ayrı bir değeri ve önemi vardır.)

Burada Türkiye topraklarının şehit kanlarıyla yoğrulmuş olmasından dolayı kutsallaşması imgesi vardır. 

Bu dörtlükte bir bütün olarak bu imge yerleştirilmiştir. Anadolu toprakları, kolay elde edilmiş bir vatan değildir. Türk milleti, buraları uğruna binlerce evladını şehit vererek vatanlaştırmıştır. Dolayısıyla Millî Mücadele’yi idrak eden Türk evlatlarının daha önceki zamanlarda bu vatan uğruna şehit olmuş atalarını düşünerek savaşmaları gerekir. Türk milleti, emperyalist işgalcilere karşı savaşırken gözünün önüne şehit atalarını getirmeli, hep onların fedakârlıklarını düşünerek azimle, kararlılıkla savaşmalıdır.

Anadolu toprakları sıradan, maddî değeriyle ölçülebilen bir toprak değildir. Bu topraklar, ecdad kanlarıyla, İslamlık ve Türklük değerleriyle cennet vatan hâline getirilmiştir. Kefensiz yatanlar, şehitlerdir. İslam inancında şehitler kefensiz olarak oldukları gibi, üstlerindeki ile defnedilir. Buraların bizim için manevi değeri çok yüksektir. Bütün dünyalar karşılığında kolayca vazgeçilecek bir yer değildir. 

Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği bir vaazında şöyle der: ”Hepiniz bilirsiniz ki buhranlar içinde çarpıp duran bu din-i mübîn (İslam) bizlere vedîatullahtır (Allah’ın bir emanetidir.) Kahraman ecdadımız (atalarımız) bu sübhanî vedîayı (yüce emaneti) sıyânet (korumak) uğrunda canlarını feda etmişler. Kanlarını seller gibi akıtmışlar. Muharebe (savaş) meydanlarında şehit düşmüşler; râyet-i İslam’ı (İslam bayrağını) yerlere düşürmemişler. Mübarek naaşlarını (cesetlerini) çiğnetmişler şeriatın (İslam’ın) harîm-i pâkine (temiz namus ocağına, yuvasına) yabancı ayak bastırmamışlar. Babadan evlada, asırdan asra intikal ede ede bize kadar gelen bu emanet-i kübrâya (büyük emanete) hıyanet (ihanet etmek) kadar zillet (alçaklık) tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam ecdadın (ataların) ahfâdı (torunları) değil miyiz?” 

Bu dörtlüğün yazılmasında Âkif’in doğrudan ya da dolaylı olarak yararlandığı, ilham aldığı kaynaklardan biri, Namık Kemal’in “Vatan Mersiyesi”nin şu aşağıdaki bendidir. Hem Âkif’in yukarıdaki dörtlüğü hem de Namık Kemal’in burada vereceğimiz bendi, içerik, söylem ve yorum birliğine sahiptir. Namık Kemal şöyle diyor:

“Vatanı aldığı günler ecdâd (atalarımız)

 Geri vermek mi içindi o cihâd

 Yâd edin (hatırlayın) kanlarını aşk ile yâd

 Geldi toprakları da efgâne (toprakları da feryat etti)

 Dâd-res yok mu diyor nâlâne” (inleyerek imdat gönderen yok mu diyor)

Bu dörtlükte ayrıca şehitlik kavramının önemine kuvvetli bir vurgu vardır.

Şehadet, kişinin kutsalları adına yapılabilecek en büyük fedakârlığı gözünü kırpmadan tam bir feragat ve fedakârlık içinde ortaya koyması yiğitliğinin son aşamasıdır. Sahih, doğru, iyi, güzel ve faydalı değer yargılarının tam karşılığı olan kutsal ise, bugün sadece İslam’dır. O hâlde İslam adına ve İslam’ı yaşama ve yaşatma azim ve kararlılığında olan millet ve topluluk adına, müslümanların mallarını, canlarını, ırzlarını, vatanlarını, devletlerini, bayraklarını yani bayrağın temsilciliğinde tam bağımsız kendi idarî tasarruflarını koruma adına ortaya konan fedakârlığın son aşamasıdır, hayattan vazgeçmektir, can vermektir ve şehitlik budur. Bu bağlamda İslam inancında ve tarihsel İslamî toplumsal değerler hiyerarşisinde şehadet büyük bir öneme sahiptir. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim, şehadetin ne olduğunu hem tanım hem de değerler düzeyinde net olarak ortaya koymuştur:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler, Allah´ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde, Rableri katında rızıklandırılırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar Allah’tan gelen nimet ve keremin Allah’ın müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.” (Al-i İmran Sûresi, 169-171)

Bu ayette ifade edildiği üzere Allah yolunda öldürülenlere şehit denir. Allah yolu ise İslam’ın yaşanması ve yaşatılması mücadelesidir. İslam’ın hem bir inanç, hem bireysel ibadetler, hem toplumsal bir hayat nizamı, hem de milletin kültürel hayatını ören değerler sisteminden oluşan yapının genel adı Allah yoludur. Bu genel yapının bağımsız bir vatan toprağı üzerinde, bağımsız bir siyasi iradenin belirleyici ve yönlendirici olduğu idare altında Müslüman bir millet tarafından fiilen yaşatılması Allah yoludur. 

Müslümanlar mallarını, canlarını, ırzlarını, namuslarını, vatanlarını, devletlerini, kültürlerini koruyarak ve geliştirerek Allah yolunu yaşatabilirler. Bu davanın yani Allah yolu davasının varlığını koruma ve yayma adına bir müslümanın göğsünü düşmanlara ve engellere karşı siper etmesi ve bu uğurda gerekirse ölmesi şehitliktir ve böyle bir ölüm sıradan bir ölüm değildir. 

Şehitlik, bilinen anlamıyla sıradan bir biyolojik ölüm değildir. Allah yolunda ölerek şehit olmuş bir Müslüman, yüzeysel anlamda ölmüş sayılmaz. Cesedi, bedeni ölmüş, yani biyolojik varlığı sona ermiş olsa bile ölümüyle ortaya koyduğu iddia yani Allah yolu davası canlıdır. Savunduğu, uğruna mücadele ettiği ve yaşanıp yaşatılması adına ölümü göze aldığı dava olan Allah yolu davası ayakta kaldığı, yaşadığı ve dünyaya yayıldığı için şehit ölmemiştir, ruhu, ideali, davası diridir. 

Şehit, kendisi ölerek Allah yolu davasını dirilten adamdır. Onun için bilakis onlar diridirler. Evrensel planda çok büyük bir dava adına en büyük yiğitlik, fedakârlık ve tam bir adanmışlık ruhuyla canını verdiği için Allah’ın en büyük nimetine, en büyük rızıklarına, mükâfatlarına kavuşacaktır. Onun için şehit, kaybeden değil kazanan adamdır. Şehit, yapılabilecek en büyük fedakârlığı yaptığı için alınabilecek en büyük mükâfatı almıştır. Dünyada ölmüştür ama ahirette sonsuza kadar diridir. Hem bireysel planda kendisi ahirette sonsuza kadar diri kalmıştır, hem de dünyada ayakta tutma kavgası verdiği cihanşümul manadaki tek hakikat davası olan Allah yolu yaşadıkça dünyada da manen, ruhen diri kalmaya devam edecektir.

Şehitlik bir tavır alıştır. Doğru bir zamanda doğru bir kararla, en büyük risk alınarak yapılması gerekeni yapmaktan kaçınmama tavrıdır. Allah’ın davası tehlikeye düştüyse, Müslümanların dini, canı, malı, ırzı, namusu, vatanı, bağımsızlığı tehlikeye düştüyse bu durumda hiç hesapsız ve tam bir azim, sebat ve kararlılıkla hayatını ortaya koymak ve bunun sonucunda ölümü tatmak, sahih bir duruş ortaya koymaktır. 

Böylesine kutlu bir tavır alışın simgesel manaları ve karşılıkları olacaktır. Kutlu şehitlerin arkalarından gelecek şehit adaylarında da korku, keder ve üzülme olmayacaktır. Bu iki kavram önemlidir. Korku, bir Müslüman için büyük bir zaaftır. Korkarak yaşanmaz. Bir Müslüman sadece Allah’tan korkar. Çünkü korkulmaya layık olan sadece yaratıcıdır. Kişi, kendisi gibi yaratıklardan korkarsa o zaman korktuğu yaratıklara bilmeyerek tanrılık özelliği yüklemiş olur ki bu tam imanlı bir mümine yakışmaz. 

İslam’ın ve müslümanların düşmanları karşısında korku gibi bir acizlik sergilemek, Müslüman için zillettir, aşağılıktır. Böyle bir durumda korkmak, Allah’ın belirli bir süre için verdiği vücut ve ömür emanetini Allah’ın iradesine rağmen koruma kaygısıdır ki bu yaratıcının hiç hoşuna gitmeyecek bir şeydir. Allah’ın verdiği nimeti ve emaneti Allah’tan kıskanmak, kendi malı bilmek, kendisi korumaya kalkmak, nimeti veren yaratıcıya ihanettir. 

Şehit, ortaya koyduğu şehadet gibi bir eylemle Allah’ın emanetine hıyanet etmediğini, Allah’ın verdiği canı yine Allah’ın istediği zaman geri verebileceğini, bu canın kendi malı olmadığını; bilakis Allah’a ait olduğunu tam bir sadakatle ortaya koymuş oluyor. 

Şehidin kendisini takip edecek kardeşlerine hal duruşuyla telkin ettiği ikinci önemli bir değer de yine ayette geçtiği şekliyle üzülmemektir. Bir müslümanın şehit olması üzülünecek bir durum değildir. Çünkü ortada büyük bir kayıp değil kazanç vardır. Müslümanlar tarih boyunca yüce şehitleriyle dirilmiştir. Şehitlerin şehadeti, Müslümanların her anlamda dirilmesi sonucunu vermiştir. Biz hep şehadetle dirilen bir millet olmuşuzdur.

Bu bağlamda tarih boyunca Türk milleti, Haçlı saldırılarına karşı İslam’ı ve İslam dünyasını korumak adına yüzyıllarca kahramanca savaşmış, bu meseleyi Allah yolunda savaşmak olarak algılamış ve bu mücadelede gerekirse şehit olmayı kendisi için en büyük şeref bilmiştir. 

Türk-İslam kültür tarihi, savaş tarihi şehitliği kutsayan, yücelten çok zengin örneklerle doludur. Biz Türk milleti olarak oğullarımızı kutsal savaşa seve seve düğünle bayramla, törenle, duayla göndeririz. Şehit anası ya da babası olmak büyük bir iftihar kaynağıdır. Şehitlerimiz, bizim en büyük millî kahramanlarımız arasında yerini alırlar ve sonraki nesillerin her bakımdan örnek aldıkları üstün nitelikli efsane öncüleri olurlar. 

Türk’ün şehitlik ruhu tarih boyunca diri kalmasaydı bugün dünya tarihi başka türlü akacaktı. Girdiğimiz hemen her savaşta şehadet ruhunu diri tutan büyük Türk yiğitler ordusu, hem bütün İslam dünyasının hem de Türk milletinin Allah’tan sonra ikinci derecede güven kaynağı olmuştur. Bu bağlamda tarih boyunca Türk ordusu, Mehmetçikler yani küçük Muhammedler ordusu diye bilinir olmuştur. Kişide ve toplumda şehitlik ruhunu diri tutan temel zemin, hem İslamî hem millî şuurdur. 

Bir millete mensup olma ve mensup olduğu milletin hem maddi hem de manevi varlığını koruma ve geliştirme ruhu olan millî şuur diri kaldıkça o millet yok olmayacaktır. Bu durumun farkında olan İslam ve Türk düşmanı emperyalist çevreler, özellikle Tanzimat’tan beri millî şuurumuzu yok ederek kendileri karşısında savaşacak şehadet ruhuyla kuşanmış diri bir ordu kalmasın istemişler ve bu amaçla her türlü çalışmayı yapmaya devam etmişlerdir. Ancak bütün propagandalara, sinsi faaliyetlere rağmen Türk milleti, hem İslamî hem de millî şuurunu muhafaza etmiştir ve edecektir. 

Bizde şehadet ruhunu diri tutmaya dönük olarak Türk edebiyatçılarının da çok büyük katkıları olmuştur. Bu bağlamda oldukça zengin bir şehadet edebiyatı birikimine sahibiz. Bu meselenin önemli temsilcilerinden biri de büyük Türk millî şairi Mehmet Âkif Ersoy’dur. Nitekim Mehmet Âkif, bu meseleyi birçok şiirinde, konuşma ve yazısında ele almıştır. Biz bazı şiirlerinden örnekler vermekle yetineceğiz.

Âkif’in en önemli şehadet konulu şiiri kuşkusuz “Çanakkale Şehitlerine” adını taşıyor. O bu şiirinde Türk tarihinin destansı olaylarının bir kesiti olan Çanakkale Savaşları karşısında duyduğu büyük heyecanı dile getirir. Türk askerinin emperyalist haçlı saldırıları karşısında ortaya koyduğu yiğitliğini, insanüstü başarılarını, azmini, dirayetini, sebatını, kararlılığını, metanetini ve zaferini konu edinir. Türk askerinin en zor şartlar altında nasıl kahramanca bir direniş gösterdiğini ve ne büyük destanlar yazdığını bu şiirinde şu mısralarla dile getirir:

“Şühedâ (şehitler) gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd (atalar) inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhîdi…

Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.

Herc ü merc (allak bullak) ettiğin edvâra (devirlere) da yetmez o kitâb…

Seni ancak ebediyetler (sonsuzluklar) eder istiâb (kapsar).

‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ (örtü)  namıyle,

Kanayan lâhdine (mezarına) çeksem bütün ecrâmıyle (yıldızlarıyla);

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvizeni lebrîz etsem (ağzına kadar doldursam);

Tüllenen mağribi (batıyı), akşamları sarsam yarana…

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salibin (Haçlıların) kırarak savletini (saldırısını),

Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,

Kılıç Arslan gibi iclâline (büyüklüğüne) ettin hayran…

Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a’sâra (asırlara) gömülsen taşacaksın… Heyhât,

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât (yönler)…

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber (kabir),

Sana âgûşunu (kucağını) açmış duruyor Peygamber.” 

1915 yılındaki Çanakkale savaşlarındaki 250.000 şehit oğlu şehidimiz sayesinde ve elbette 1919-1922 yılları arasında verdiğimiz kutsal Millî İstiklal Harbimizde yine 50.000 civarındaki şehitlerimiz sayesinde Türk milleti yok olmaktan, düşmanın ayağı altında zillet içinde silinip gitmekten kurtulmuş ve yeniden dirilmiştir. Şehadetle dirilen bir millet oluşumuz o zaman bir kez daha tescillenmiştir. Hem Çanakkale hem İstiklâl Harbimizde dedelerimiz bizim adımıza en büyük fedakârlığı gösterip şehit olmasalardı, yani ölümüne savaşmasalardı, ya teslim olsalardı ya da bırakıp kaçsalardı bugün Türkiye Cumhuriyeti gibi bağımsız bir devletimiz ve kendimize ait millî bir varlığımız olmayacaktı.

Bu bakımdan Âkif’in Çanakkale Şehitlerine şiiri şehadet şuurunu hissettiren ve telkin eden en etkili metinlerden biridir. 

Üzerinde yaşadığımız vatan topraklarının kıymetini anlamamız için kutsal şehitlerimizi her daim hatırımızda tutmak zorundayız. Bu vatan toprakları bizim alın teriyle, parayla satın aldığımız ticari malımız değildir. Sıradan kuru bir toprak parçası da değildir. Bu vatan bize bırakılmış kutsal bir emanettir. Eğer bir sahip aranacaksa bu vatanın sahibi şehit atalarımızdır. O yüzden bu vatanı şehit ecdadımızın rızası alınmadan kimseye teslim edemeyiz, hiç bir yabancı güce ve onların güdümünde hareket eden vatan hainlerine, millet ve devlet düşmanlarına bir karış bile verilemez. Şehit ecdadın bize bıraktığı bu kutsal vatan emanetini korumamak en büyük ihanettir. 

Mehmet Âkif’in şehitlerimiz karşısındaki ince, derin şair duyarlığı, şehitlerimizin ne kadar büyük bir tarihî değere sahip olduğu, başka şiirlerinde de ifadesini bulur. Nitekim şehitlerimiz için dikilen bir anıt karşısında şehitliğin mahiyetini ortaya koyan şu ifadeleri çok anlamlıdır:

“Şehitler Abidesi İçin

Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,

Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.

Hakk’ın bu veli kulları taş türbeye girmez;

Gufrâna (rahmete) bürünmüş, yalınız Fatiha bekler.”

Dinimiz, vatanımız, milletimiz, bütün değerlerimiz adına canını vermiş şehit atalarımızı hatırdan çıkarmamak, onların hatırasını diri tutmak, hem insanî hem millî bir sorumluluk görevidir. Nesilden nesle şehadet ruhunu aktarmak, bağımsız bir vatanda, bağımsız millî bir devlet halinde, bağımsız bir millet olarak var olabilmenin temel şartlarından biridir. Türk gençliği bu şuur ve ruh sayesinde kutsal savaşa seve seve gidecektir. Bu meselenin idrakinde olan Akif, bir şiirinde de Türk gencini şehadet şuuruyla kutsal savaşa şöyle yönlendiriyor:

“Cenk Marşı

Ey sürüden arkaya kalmış yiğit

Arkadaşın gitti haydi sen de git

Bak ne diyor cedd-i şehidin (şehit atan) işit

Haydi git evladım uğurlar ola

Haydi git evladım açıktır yolun

Zalimlere karşı bükülmez kolun

Bayrağı çek ön safa geçmiş bulun

Uğurun açık olsun uğurlar ola.

Eşele bir yerleri örten karı

Ot değil onlar dedenin saçları

Dinle şehit sesleridir rüzgârı

Haydi git evladım uğurlar ola

Haydi git evladım açıktır yolun

Zalimlere karşı bükülmez kolun

Bayrağı çek ön safa geçmiş bulun

Uğurun açık olsun uğurlar ola

Haydi levent asker uğurlar ola

Yerleri yırtan sel olup taşmalı

Dağ demeyip taş demeyip aşmalı

Sendeki coşkunluğa er şaşmalı

Kahraman askerim uğurlar ola

Haydi git evladım açıktır yolun

Zalimlere karşı bükülmez kolun

Bayrağı çek ön safa geçmiş bulun

Haydi levent asker uğurlar ola

Haydi git evladım uğurlar ola.” 

Gerek Mehmet Âkif’in gerek diğer pek çok büyük şairimizin, edebiyatçımızın, fikir ve ilim adamımızın şehitlik konusundaki uyarıcı, bilgilendirici ve bilinçlendirici metinleri, çalışmaları bugün de Türk gençliğinin yolunu aydınlatmaya devam etmektedir. 

*“Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.” 

mısraının çıkış noktalarından biri, Namık Kemal’in “Bekçi Türküsü”nde yer alan şu dörtlüğüdür:

“Biz bakmadan sağ u sola

 Düşman girdi İstanbul’a

 Vatanı sattık bir pula

 Ne utanmaz köpekleriz”

Vatan topraklarını satma, ucuz pahalı demeden yabancılara verme, geçici, basit, sıradan, küçük menfaatler uğruna vatan topraklarından vazgeçme ve elden çıkarma hastalığı, özellikle Tanzimat’tan beri devam ediyor. O zaman Namık Kemal, vatanın satılamayacak kadar kutsal bir değerimiz olduğunu vurguluyordu. Vatanı ucuz pahalı demeden satanları da “utanmaz köpek” olarak nitelendiriyordu. 

Mehmet Âkif de bu dörtlükten aldığı ilhamla önceden uyararak Millî Mücadelemizde Türk milletini vatanı düşmana teslim etmeyin, bize dünyaları verseler bile vatan topraklarından vazgeçmeyin, vatan topraklarını korumak uğruna her şeyinizi gerekirse feda etmekten çekinmeyin diye haykırıyordu.

Anlaşılan Namık Kemal’in şiirleri Âkif’in bilinçaltında önemli bir yere sahip ki İstiklal Marşı’nın yazarken farkında olarak veya olmayarak o etkiler ortaya çıkıyor. 

Bu mısra, günümüze de bir gönderme içeriyor. Günümüzde de vatan topraklarının ne pahasına olursa olsun hiçbir şekilde yabancılara satılamayacağına vurgu yapıyor.

Âkif yukarıdaki mısrayı destekleyen şu mısraları da söylemiştir:

“Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle

 Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle”.  

Bu cennet vatanın hiçbir şekilde yabancılara verilmemesi gereği ile ilgili olarak tarihimizden millî duyarlık içeren şu olaylara yer verelim. 

Büyük Türk hakanı Mete, bir seferinde Çinliler karşısında zor durumda kalınca barış ister. Çinliler barış karşılığında atını isterler verir, şahsına ait her şeyi isterler hepsini verir, sonunda bunlarla yetinmeyip sınırda küçük bir arazi de isterler. İstedikleri bu yer, işe yaramaz, kurak, kumlu bir toprak parçasıdır. Mete buna öfkeyle ve şiddetle karşılık verip şöyle der: “Benden ne istedinizse verdim, çünkü onlar benim malımdı. Ama bu toprak benim değil, milletimindir. O toprağı korumak için savaşır, canımı veririm.” 

Yine bu konuyla ilgili olarak Fatih Sultan Mehmet’e dair bir hikaye var:

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alınca Bizans imparatorunun “İstanbul fethedilecek” dedi diye hapse attırdığı keşişi zindandan çıkartır ve ona “İstanbul’un Türkler’in elinden çıkıp çıkmayacağını” sorar…

Keşiş şu cevabı verir:

-“İstanbul, Türkler’in elinden savaşla çıkmayacak. Lakin öyle bir zaman gelecek ki ellerindeki toprak ve gayrimenkul azalacak, İstanbul Türkler’in olmaktan çıkacak.”

Keşişin söylediklerine çok üzülen Fatih Sultan Mehmet, ellerini gökyüzüne kaldırır ve: 

-“İstanbul’da ellerindeki yerleri yabancılara satanlar Allah’ın gazabına uğrasın” diyerek beddua eder…”

Mete’nin ve Fatih’in torunlarından büyük milliyetçi Türk önderi II. Abdülhamit de Filistin toprağını parayla satın alıp orada İsrail Devleti kurmak isteyen Theodor Herzl’e şöyle diyecektir: 

“Benim bir karış toprak vermem söz konusu olamaz. Zira istenen toprak bana ait değildir. O milletime aittir. Bu devleti kuran ve kanıyla besleyen milletime… Herhangi birisine vermek veya bizden koparılmasına razı olmaktansa yeniden kanımızla yıkamayı tercih ederiz. Benim Suriye ve Filistin’den gelen iki alayım Plevne’de son neferlerine kadar şehit oldular. Türk imparatorluk toprakları bana değil, Türk milletine aittir. Bu imparatorluğun hiçbir parçasını hiçbir kimseye veremem. Yahudiler şimdilik milyarlarını biriktirsinler. Kim bilir bir gün bu imparatorluk paylaşılırsa onlar da istediklerini belki de bir şey ödemeden elde edebilirler. Fakat ancak kadavramız paylaşılır. Canlı vücuttan parça koparılmasına müsaade edemem.” 

Bu sözler karşısında Herzl’in hatıralarına kaydettiği satırlar çok dikkat çekicidir: “Sultanın gerçek bir devlet adamı büyüklüğü yansıtan bu sözleri, her ne kadar o an için bütün ümitlerimi söndürse de bana tesir etti ve heyecanlandırdı.” 

Yahudiler, Filistin toprakları üzerinde bağımsız bir devlet kurmak için çok uğraştılar. Osmanlı Devleti’nin o zamanki büyük dış borçlarını ödemek ve ayrıca o kadar para vermek karşılığında Filistin topraklarından bir parça arazi istediler. Yahudilerin bu isteğine son derece öfkelenen Sultan Abdülhamit, onlara şu karşılığı vermişti:

“Şehid kanlarıyla sulanan topraklar parayla satılmaz! Defolun!”

Sultan Abdülhamit, bu olaya dair şunları söyler:

“… Kan beynime sıçramıştı. Düşün ki, yüzbaşı, makam-ı saltanatımızda bu iki Yahudi (Teodor Hertzel ve Emanuel Karaso), rüşvet teklifi cesaretinde bulunmuşlardı. ‘Terk edin burayı, vatan para ile satılmaz!’ diye bağırmıştım. İçeri giren saray adamlarına da, her ikisini almalarını söylemiştim. İşte bundan sonra, Yahudiler bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik’te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!..”

Ayrıca işgal döneminde Atina Bankası, İstanbul’daki yerli Rumlara kredi açarak Türklerin mülklerini yüksek fiyatlar teklif ederek almaları talimatını verdi. Âkif, dünyaları alsan da bu cennet vatanı verme diye bunun için diyordu. 

Son büyük Türk lideri Atatürk de emperyalist işgalci batılılara vatanı satmamak, çiğnetmemek, sömürge yaptırmamak için “ya istiklal ya ölüm!” parolasıyla millî bir mücadeleye girişti.

*“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? 

    Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ! 

    Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, 

    Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.” 

(Bu cennet gibi güzel olan Türk vatanını, Türkiye’yi elde tutmak için, korumak, sahip çıkmak için bütün Türkler kendilerini seve seve feda edebilirler. Anadolu topraklarını baştan başa deşelesen her tarafından bu vatan için kendini feda etmiş şehitler çıkar. Allah canımı, sevdiklerimi, neyim varsa hepsini alsın da tek beni bu dünyada vatanımdan ayrı düşürmesin.)

Burada Cennet vatanımız için mutlak bir fedakârlık inancı imgesi vardır. 

Bu dörtlük, bir önceki dörtlüğü pekiştiren, destekleyen, kuvvetlendiren bir bölümdür. Her tarafı şehitlerle dolu olan bu cennet vatan için hiçbir fedakârlıktan kaçılmaz. Değerli bilinen her şey, onun için seve seve verilir. İnsanın en değerli varlığı kendi canı, sonra cananı yani sevdiği kişiler, eşi, kardeşi, anne babası, arkadaşı vs. ve mal varlığı; bunların hepsi vatanı kurtarmak, korumak uğruna seve seve verilebilecek olan değerlerdir. Vatan hiçbir şeye değişilmez. Türk’ün bağımsız, kendi değerlerini yaşadığı bir vatanı olmadıktan sonra canı, cananı, malı, mülkü ne yapsın?

Bu dörtlükte Âkif, çok kuvvetli bir vatan sevgisini telkin ediyor. Onun bu aşırı vatan sevgisinin kaynağı, kuşkusuz “vatan sevgisi, imandandır”, hadis-i şerifine dayanır.

*“Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ!”

mısraı, o dönemde pek çok yazı ve konuşmanın üzerinde durduğu temel motiflerden biriydi. Yani Müslüman Türkiye toprakları şehit atalarımızın kanlarıyla boyanmış, her karış toprakta bir şehit yatmaktadır. Bu şehit atalarımızın ruhunu incitmemek, onlara layık olabilmek için bu vatanı sonuna kadar savunmalıyız, gâvura teslim etmemeliyiz. Nitekim bu görüşü dile getirenlerden biri de Hasan Basri Çantay’dı. Bir yazısında şöyle der:

“Bilmem daha hangi zamanı bekliyorsun? İslâm yurdu baştan başa inliyor. Senden bir kan, bir can, bir iman bekliyor. Ah vatan, ah vatan!… Hani Arabistan, hani efendimizin üzerinde titrediği mübarek Kâbe? Hani o Ravza-i Mutahhara (peygamberimizin kabriyle Minberin arasındaki alan)? Hani İmam-ı Azam’m türbesi?

Hani peygamberlerin, evliyanın, şühedânın (şehitlerin) kabirleri? Hani güzel ve tarihî Bursa? Hani Emir Sultanlar? Osmanlı ecdadının (atalarının) dünyalara sığmayan er oğlu erlerin mezarları?… İşte hep bunlar bizlere bakıyor, bizim arslanlığımızı görmek istiyor. Gökte melekler halâsımıza (kurtuluşumuza), muvaffakiyetimize (başarımıza) dualar ediyor, ruh-ı pâk-i Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) (peygamberimizin temiz ruhu) bizden bugün içün hizmet ve fedakârlık bekliyor. Düşman çarığı, çizmesi altında kalan mübarek kabirlerin sahipleri bizi cenk yerine erlik meydanına çağırıyor.”                                                       

*“Rûhumun senden ilâhî şudur ancak emeli, 

    Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli, 

    Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli 

    Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.” 

(Ey Allahım! Ruhumun senden tek isteği şudur: Camilerimizin, kutsal mekânlarımızın göğsüne kâfirlerin eli değmesin, onlar tarafından kirletilmesin, yakılıp yıkılmasın. Minarelerden günde beş kez okunan bu ezanlar ve bunların ifade ettiği gerçekler, İslam dininin temelidir. Bunlar, sonsuza kadar benim yurdumun üstünde inlemelidir.)

Burada İslamî değer ve simgelerin kâfirler tarafından aşağılanmaması ve yok edilmemesi talebi imgesi vardır. 

Millî Mücadele, bir anlamda Müslümanlık-Hıristiyanlık savaşı hâlinde cereyan etmiştir. Batılı emperyalist işgal güçleri, haçlı saldırısı ruhuyla hareket etmişler, Türkiye’deki İslamî değer ve simgeleri kimi zaman aşağılamışlar, hakaret etmişler, çiğnemişler, ayaklar altına almışlar; kimi zaman yok etmişler ve etmeye çalışmışlardır. 

Daha önce Balkan savaşlarında Balkanlardaki camileri ve diğer Türk-İslam kültür varlıklarını, eserleri yakıp yıkıp yok etmişlerdi. Bugün Balkanlarda Osmanlı-İslam tarihine ait kültür ve sanat eseri, pek kalmamıştır. Millî Mücadele sürecinde de özellikle Yunanlıların İslamî kurum, değer ve simgelere saldırdığını görüyoruz. 8 Temmuz 1920’de Yunanlılar Bursa’yı işgal edince Sultan Osman’ın türbesini çiğnemişlerdi. Venizelos’un oğlunun Sultan Osman’ın türbesini aşağılayan bir fotoğrafı vardır. Bu Osmanlı tarihinin ve Türklük değerlerinin ayaklar altına alınmasıydı. 

O dönemde mabetlerimizin, camilerimizin göğsüne namahremlerin yani Hristiyanların, Haçlıların, Avrupalıların pis ellerinin nasıl değdiğini Hasan Basri Çantay bir yazısında şöyle anlatıyor:

“Mel’unlar (lanetliler) yalnız servet ve ismeti (masumluğu), nüfûs-ı müslimeyi (Müslüman nüfusu) ifna ve imha ile (yok etmekle) kalmayarak şimdi de yüzlerindeki nikâbı (örtüyü) atmak suretiyle doğrudan doğruya mukaddesât-ı diniyyemize (dinî kutsal değerlerimize) tecavüz ediyorlar (saldırıyorlar). Bursa’da, Balıkesir’de, İzmir’de, Akhisar’da ve işgal ettikleri bütün memleketlerde cevâmi-i şerîfeyi (şerefli camileri) rezîlâne (rezil bir şekilde) tevliyet ve tahkir ile (aşağılamakla) uğraşıyorlar. 

Lafza-i celâl (Allah sözü) levhalarının söküldüğü cami duvarlarına müslümanların gözleri önünde “haç” resimleri nakş ederek (yerleştirerek) bu suretle kâfirâne (kafircesine) emellerini meydana çıkarıyorlar. Birçok yerlerde minarelerde ehl-i İslâm’ı (müslümanları) huzurullaha (Allah’ın huzuruna), vahdete (Allah’ın birliğine) davet eden müezzinler tahkir edilmiş (aşağılanmış), dövülmüştür. 

En yüksek bir medeniyet-i İslâmiyyeyi (İslam medeniyetini) meydana getiren, cihana (dünyaya) adalet, merhamet, hamaset (yiğitlik), mertlik gibi pek kudsî (kutsal) desâtîri (ilkeleri) neşr ü talim eden (yayıp öğreten) Rasulullah efendimiz hazretlerinin “lihye-i saadet”leri (peygamberimizin sakal kılları) alınarak çiğnenmiş, bu kudsî esasları ilahî bir eda ile kucaklayan “mushaf-ı şerife” (Kur’an) bayrakları yırtılmış, şimdiki ensâl-i İslâm (Müslüman nesiller) gibi daima dağınık sokaklara atılmıştır. 

Balıkesir’de altı müslüman kadının cebren (zorla) çarşafları çıkartılarak çırılçıplak çarşılarda gezdirilmiş, Behice isminde bir kadın yine cebren tanassur ettirilmiş (Hristiyanlaştırılmış), Rum kilisesinde âyin-i ruhanî icrasından (ruhanî ayin yapılmasından) sonra Yunan kumandanı muavininin (yardımcısının) kucağına çekilmiştir.”

Edirne milletvekili Şeref Bey, Meclis kürsüsünde şöyle demişti: ”Benim yüreğimi titreten, en korktuğum şey bugün hazin (hüzünlü) ve mâtem-nisâr (üzüntü verici) bir seda (ses) ile minarelerinden bang-i Muhammedî (ezan) dökülmeyen, Edirne’deki Sultan Selim, Bursa’daki Yeşil Cami gibi ecdadımızın bize yadigâr (hatıra) olarak bıraktığı o güzel abidelere karşı göz dikmişler; orada nasıl ırkımızı imha etmek için çalışıyorlar ve mahvetmek istiyorlar ve mahvetmek yolunu gösteriyorlar.”

O zamanın İçişleri Bakanı Fethi Bey, 29.12.1921 tarihli oturumda Yunanlıların Ertuğrul Gazi’nin Söğüt’teki mezarını bombayla havaya uçurduklarını, Şeyh Edebalı’nın mezarı üzerindeki örtüyü parça parça ettiklerini, bu türbelerdeki ve camilerdeki Kur’an’ı aşağılamak için parça parça ettiklerini ve halkın yüzüne fırlattıklarını açıklamıştır.

“Yunanlı çapulcular, Bursa’yı işgal ettiklerinde özellikle dinî bayramlar esnasında evlerde silah aramak bahanesiyle ve halk teravih namazlarında iken baskın yaparak namaz kılmalarını engellemişlerdir. Bayram namazı esnasında bazı yerlerde camileri ahır, süprüntü yeri yapmışlardır. Yunanlılar, işgalleri altında bulundurdukları yerlerde müftülük ve İslam cemaati işlerine karışarak kendi emellerine alet olabilecek ehliyetsiz kişileri seçmişlerdir.”

İstiklal Marşı’nın yazılışından önce de sonra da bu tür olaylar ülkenin her yerinde cereyan etmiştir.

“Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli,”

mısraının kaynaklarından biri bu tür olaylardır.  

Bu mısraın ilham kaynaklarından biri de Namık Kemal’in “Vatan Türküsü”nde geçen şu dörtlüktür:

“Cümlemizin (hepimizin) validemizdir vatan

 Herkesi lutfuyla odur besleyen

 Bastı adû (düşman) göğsüne biz sağ iken

 Arş yiğitler vatan imdadına”

Âkif bu dörtlüğün 3. mısraından söylem, ifade ve yaklaşım aktarımı yapmaktadır. 

*”Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli” 

Ezan, Müslümanları ibadete, namaza çağırmak veya namaz vaktini bildirmek için müezzin tarafından cami ve minarede günde beş kez okunan tekbir, şehadet ve diğer sözlerdir. Ezan metni şöyledir:

“Allâhu ekber, Allâhu ekber, Allâhu ekber, Allâhu ekber

Eşhedü en lâ ilâhe illallah, Eşhedü en lâ ilâhe illallah

Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah, Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah

Hayye ale’s-salâh, Hayye ale’s-salâh

Hayye ale’l-felâh, Hayye ale’l-felâh

E’s-salâtü hayrun mine’n-nevm, E’s-salâtü hayrun mine’n-nevm (Bu ifadeler, sadece sabah ezanında vardır)

Allâhu ekber Allâhu ekber

Lâ ilâhe illallah”

Bu ezan metninin Türkçe karşılığı şudur:

“Allah en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.

Şahitlik ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur. Şahitlik ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur.

Şahitlik ederim ki Muhammed, Allah’ın elçisidir. Şahitlik ederim ki Muhammed, Allah’ın elçisidir.

Haydin namaza, haydin namaza.

Haydin kurtuluşa, haydin kurtuluşa.

Namaz, uykudan hayırlıdır. Namaz uykudan hayırlıdır. (Bu ifadeler, sadece sabah ezanında vardır)

Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.

Allah’tan başka tanrı yoktur.”

Burada ezan, dinin temelini oluşturan bir simgedir. Bir anlamda İslam’ı temsil eden bir unsurdur. Ülkemize İslam medeniyetinin hâkim oluşunun bir belirtisi ve alametidir. Türkiye’nin semalarından bu ezan sesinin sonsuza kadar kesilmemesi gerekmektedir. Vatanımız eğer işgalcilerden kurtarılmazsa ezan sesleri susacak, çan sesleri hâkim olacaktır. Yani İslam ortadan kalkacak; onun yerine Hristiyanlık hâkim olacaktır. Dolayısıyla Millî Mücadele, bir yönüyle Hristiyanlığa karşı İslam’ı koruma savaşıdır.

Âkif, Süleymaniye Camii’nde verdiği bir vaazında şöyle demişti: ”İşte Rumeli’nin hâli! Düşman galip geldi, camileri kilise yaptı, ahır yaptı. Mescit bul da namaz kıl; minare bul da ezan oku! Bununla beraber olacağa nispetle bu olmuşlar bir şey değil! Eğer biz gözümüzü açmazsak-neûzü billah (Allah korusun) İslam’ın dünyada namı (adı) bile kalmayacaktır.” 

Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği bir vaazında da ezan-çan mücadelesine şöyle değinir: ”Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. O, cihanın en mamur (bayındır), en medenî, en mütefennin (bilim ve teknikte gelişmiş) iklimi vaktiyle sinesinde on beş milyon Müslüman barındırırken bugün baştan başa dolaşsanız, tek bir dindaşımıza rast gelemezsiniz. 

Allah’ın vahdaniyetini (birliğini) garbın âfâkına (Batının her tarafına) ikrar ettiren (kabul ve tasdik ettiren) o binlerce minarenin yerlerindeki çan kulelerinden bugün etrafa teslis velveleleri (üç tanrı gürültüleri) aksediyor (yansıyor). 

Şevketin (gücün, kuvvetin, yüceliğin), medeniyetin, irfanın (bilginin) umrânın (bayındırlığın) müntehasına (en son sınırına) varmışken birbirlerine düşerek vatanlarını üç buçuk İspanyola karşı müdafaadan (savunmaktan) aciz kalan bu zavallı dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da İslam’ın son mültecâsı (sığınağı) olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım.”

Millî Mücadelemiz, emperyalist Batının bizim elimizden Kur’an’ı alma ya da bizi ondan soğutma çalışmalarına bir tepkidir. Âkif de bu dörtlükte onların bu kültür emperyalizmi bağlamındaki Kur’an, İslam düşmanlıklarına tepkisini en sert biçimde ortaya koymaktadır. Nitekim 1900 yılında, İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladstone, Avam Kamarası’nda Kur’an–ı Kerim’i eline almış ve “Bu Kitap Müslümanların elinde oldukça, bizim onlara hâkim olmamız mümkün değildir. Ya bu Kitab’ı onların elinden almalıyız, ya da Müslümanları ondan soğutmalıyız.” demiştir.

* ”O zaman vecd ile bin secde eder – varsa- taşım. 

     Her cerîhamdan ilâhî, boşanıp kanlı yaşım, 

     Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım; 

     O zaman yükselerek arşa değer belki başım!” 

(O zaman yani ülkemiz, düşman işgalinden kurtulunca ben ölmüş isem ve mezar taşım da mevcutsa benim yerime şükür secdesini mezar taşım yerine getirir. Ey Rabbim! Her yaramdan kanlı yaşlarım boşanıp cesedim, yerden, maddesinden sıyrılmış soyut bir ruh gibi göğe doğru fışkırır. O zaman başım yükselerek belki arşa yani en yüksek göğe değer. Yani şehitlerin bile vatanın kurtuluş sevincini yaşayacağını, bu sevinci ifade etmeye hiçbir şeyin engel olamayacağını bildiriyor. Cesetler mezarda yatıyor olsa bile ruhlar bu sevince katılacaktır.)

Burada vatanın bağımsızlığı karşısında şükür duygusunun, zafer ve bağımsızlık sevincinin mutlak anlamda ifade edilmesi imgesi vardır.

İslam’da çok istenilen bir şey elde edilince teşekkür etmek anlamında Allah’a şükür secdesi yapılır. Şair, burada en büyük isteğinin vatanın kurtulması olduğunu, bu gerçekleşirse kendisi de hayatta ise bizzat kendisi; kendisi hayatta değilse onun yerine mezar taşının Allah’a coşkun bir şekilde binlerce şükür secdesi yapacağını belirtiyor.

*Maddeden tecerrüd mazmununun aktarımı: Divan şiirinde maddeden tecerrüd (bedenden maddî değerlerin uzaklaşması, insana tamamen manevî değerlerin hâkim olması) mazmunu vardır. Mutasavvıf şair, kanlı gözyaşlarını dökerek, ciğer kanını akıtarak maddi varlığından sıyrılır, tamamen incelip, soyut, manevi bir varlık hâline gelinceye kadar maddeden tecerrüd etmeye çalışır. Mehmet Âkif, bu mazmunu yukarıdaki dörtlükte geçen mısralarında değişik bir düzlemde aktarmıştır. 

*“Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;”

mısraında cesedin soyut bir ruh, hayalî bir vücut olarak mezardan kalkıp dirilmesi imgesi vardır. Bu imge, kurgulanışı, yapısı ve özellikleri bakımından Recaizade Mahmut Ekrem’in “Yakacık’ta Akşamdan Sonra Bir Mezarlık Âlemi” şiirinde geçen buna benzer bir imgeden ilham alınarak ya da faydalanılarak üretilmiştir. 

Ekrem, ölmüş ya da nerede olduğu belli olmayan bir sevdiğinden ayrılığın ıstırabıyla bir akşam vakti mezarlığa gider. Mezarlıkta derin düşüncelere dalar. Aralarında dolaştığı kabirler onda hüzünlü duygular uyandırır. Bu sırada gece karanlığında mezarlıkta bir vücut, bir insan cesedi hayalen mezardan kalkıp gözünün önüne dikilir. Şair, mezardan dirilmiş gibi algılanan bu hayalî ve soyut cesedi şöyle tasvir eder:

“Semtin sükûn u zulmeti artardı dem be dem

 Gûyâ çekerdi ka’rına doğru bizi adem!

 Dehşetle doldu hâne-i kalbim fakat yine

 Aslâ hayâl ü hâtırıma gelmedi nedem

 Nâ-geh tecessüm eyledi karşımda bir vücûd

 Bir kahramân-ı işve .. Mehâbetli bir sanem!

 Emvâc-ı nûrvârı vücûd-ı latîfini

 Örterdi nîm-sütre-i beyzâsı ham be ham

 Müdhişti gözleri deheni lerzedâr-ı hışm

 Gîsûsu târ mâr idi ebrûları behem

 Nûr-ı nigâhı berk-i belâdan nişân idi

 Seyyâl bir alevdi lebinden çıkan sitem!

 Ref eyleyip hevâya tehevvürle bir elin

 Takrîb ederdi nezdime kendin kadem kadem

 Ettim kıyâm düşmek için pây-ı kahrına

 Eyvâh!.. Uçtu gitti o nûr-ı semâ-harem”  

Metnin Günümüz Türkçesiyle Karşılığı:

“Zaman zaman semtin sessizlik ve karanlığı artardı 

 Yokluk, sanki bizi derinliklerine doğru çekerdi 

 Fakat yine kalp evim, dehşetle doldu 

 Asla hayal ve hatırıma pişmanlık gelmedi 

 Ansızın karşımda bir vücut, ceset olarak belirdi, hayalime bir insan cesedi göründü, sanki mezardan bir ceset doğruldu. 

 Bir işve kahramanı.. Put gibi heybetli bir güzel!

 Işıktan dalgalar, şeffaf ve güzel vücudunu 

 Yarısına kadar beyaz bir örtü hâlinde kıvrım kıvrım örterdi 

 Gözleri dehşet saçıyordu, dudakları hışımla titremekteydi

 Saçları darmadağınık, kaşları da çatılmış idi

 Bakışının ışığı, bela şimşeğinin belirtisi idi 

 Dudağından çıkan sitem, sanki akıcı bir alevdi!

 Bir elini havaya öfkeyle kaldırıp 

 Kendini adım adım bana doğru yaklaştırırdı 

 Öfkeli ayağına kapanmak için ayağa kalktım 

 Eyvâh!.. Tam o sırada göklere ait o ışık kadın hayali, uçtu gitti”

*“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! 

    Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl 

    Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl: 

    Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyyet; 

    Hakkıdır; Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” 

(Ey şanlı Türk bayrağı, sen de aydınlık güneşler gibi göklerde hür bir şekilde dalgalan. Bağımsızlık ve kurtuluş için akıttığımız kanların hepsi helal olsun. Bundan sonra sonsuza kadar bayrağımızın temsilciliğindeki özgürlüğümüz, bağımsızlığımız ve Türk ırkı, perişan ve yok olmayacaktır. Başından beri hür yaşamış bayrağımın bundan sonra da hür yaşaması, onun en tabii hakkıdır. Allah’a tapan ve onun dinine inanan Türk milletinin hür ve bağımsız kalması, emperyalist Batıya sömürge ve köle olmaması onun en temel hakkıdır.)

Burada bağımsız millî devlet idealinin gerçekleşmesi talebi imgesi vardır. 

Buradaki “şafak” kelimesi, marşın ilk kıtasındaki anlamının tersi bir anlamda kullanılıyor. Daha önce güneşin battığı yer ve zaman bağlamında akşam kızıllığı anlamında kullanılmıştı. Burada ise sabah vakti Güneşin doğuşu esnasındaki kızıllık, ortalığın gittikçe ağarması anlamında kullanılmıştır. 

Şafak” kelimesinin hem güneşin doğuşu, hem de batışı anlamları vardır. Her iki zıt anlamı da içerir. Âkif, bilinçli olarak “şafak” kelimesini şiirin başında batış, sonunda ise doğuş anlamında kullanıyor. Bunun da simgesel bir karşılığı vardır. O da batmak üzere olan Türk millî varlığının yeniden doğması ümidi ve buna olan inançtır.

Hür ve bağımsız kalma isteği kuvvetle vurgulanıyor. Atatürk de “istiklal ve hürriyet benim karakterimdir” der.

Âkif, daha önce Türk istiklali hakkında şunları söylemişti:

“Türklerin 25 asırdan beri istiklallerini muhafaza etmiş bir millet oldukları tarihen müsbet (tarih bakımından ispat edilmiş) bir hakikattir. Halbuki Avrupa’da bile mebde-i istiklali (bağımsızlığın başlangıcı) bu kadar eski zamandan başlayan bir millet yoktur. Türk için istiklalsiz hayat müstahildir (imkânsızdır). Tarih de gösteriyor ki Türk, istiklalsiz yaşayamamıştır!”

*”Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” 

mısraında Türk ırkını kimsenin yok edemeyeceği imgesi vardır. Bu mısra, çok önemli gerçekleri içermektedir. Mehmet Âkif, baba tarafından Arnavut ırkından olmasına rağmen, Arnavut ırkçılığı yapmayıp, yüksek bir Türk ırkına mensubiyet şuuruyla Batılı ırkçıların Türk ırkını yok etmek istemelerine şiddetle tepki duymuştur. Burada Âkif, bazılarının zannettiği gibi Türk ırkçılığı yapmamış; tam tersine Türk milletini yok etmek, izmihlal etmek isteyen Batılı ırkçılığa karşı masum Türk ırkını savunma tavrı ortaya koymuştur. 

Irkçılık, kendi ırkını üstün görüp başka ırkları kötülemek ve hatta yok etmeye çalışmaktır. Bu bağlamda Mehmet Âkif, Türk ırkını yüksek görüp başka ırkları aşağılamıyor, onların Türk ırkı tarafından yok edilmesini istemiyor. Tam tersine barbar batılı saldırgan ırkçılığa karşı Türk ırkını koruyor.

Millî Mücadele sürecimiz, Batılı ırkçıların, yani İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunanlı gibi kendilerini üstün ırk, Türkleri de aşağı ırk gören barbarların Türk milletini bu coğrafyada ya yok etmek, yani soykırıma tabi tutmak ya da Orta Asya’ya geri sürmek istemelerine karşı bizim var olma, var kalma mücadelemizdir. Âkif, burada Türk ırkçılığı yapmıyor. Tam tersine Batılı ırkçıların barbarca ırkçılıklarına karşı mazlum ve mağdur Türk ırkını savunma konumunda kalıyor. Millî Mücadele süreci, o dönem için son Haçlı saldırılarına karşı bir savunma, kendini koruma mücadelesidir. 

Tarih boyunca Batılı ırkçılar, Türklere karşı hep ırkçılık yapmıştır. Bunu zaman zaman itiraf da etmişlerdir. Mesela Darwin 3 Temmuz 1881 tarihinde W. Graham adlı bir arkadaşına yazdığı mektubunda Türkleri “aşağılık ırk, barbar, yok edilecek toplum” olarak görmektedir. Evrim kuramının sahibi olan Charles Darwin, insanların da dahil olduğu canlıların gelişim sürecini ve hayatta kalma durumlarını hayat mücadelesine bağlamıştır. 

Ona göre, tabiatta canlılar arasında hayatta kalmak için sürekli bir mücadele ve çatışma vardır. Bu mücadele ve çatışma ırklar arasında da vardır. Yüksek ırklar, aşağı ırkları yok ederek medeniyet gelişecektir. Bu bağlamda Darwin’e göre Batılılar yüksek ırklar, Türk milleti ve diğer bazı ırklar da aşağı ırk oluyor. 

Bu mücadelede aşağı ırk olan Türk ırkı da yok olacaktır. Yani adam, kafasından uydurduğu saçma sapan bir kuramla Batılı devletleri Türk milletini soykırıma uğratmaya, yani kökümüzü kurutmaya davet etmektedir. Nitekim şöyle der: 

“Doğal ayıklamaya, elemeye dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla fayda sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde Avrupa milletleri ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. 

Avrupa ırkları olarak bilinen medenî ırklar, hayat mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenîleşmiş yüksek ırklar tarafından yok edileceğini görüyorum.”

Darwin, bir kitabında da aşağı ırk dediği ve bizlerin de dahil odluğu milletleri insansı maymunlar olarak değerlendiriyor:

“Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medenî insan ırkları, vahşi ırkları yeryüzünden tamamen silecek ve onların yerine geçecek. Aynı zamanda insansı maymunlar da kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek.” 

Görüldüğü gibi Darwin, Avrupalı ırkları medenî ve yüksek ırklar, Türkleri de yok edilmesi gereken aşağı ırk olarak görüyor. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ülkemizi işgal eden bu medenî yüksek ırklar sürüsü olan İtilaf Devletleri, Türkleri en zayıf anında Anadolu’da soykırıma tabi tutarak yok etmek istediler. Mehmet Âkif, bu saldırılara karşı masum Türk ırkının yok edilemeyeceğini bütün gücüyle ve imanıyla haykırmıştır. 

Darwin’in bu çok yüksek?!!!.. ve bilimsel?!!!… öğretilerinden ilham alan yüksek ırklardan birinin bir siyasetçisi, 1880-1885 yılları arasında İngiltere başbakanı olan William Ewart Gladstone, bir konuşmasında aynen Darwin gibi şöyle demiş:

“Türkler, insanlığın insan olmayan örnekleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz. Türklerin yaptıkları kötülükler yalnız bir surette ortadan kaldırılabilir: Kendileri yok olmakla.”

Darwin, ırkçılığın, soykırımın, katliamın bilimsel kuramını hazırlamış; ırkdaşı politikacılar da uygulamaya koymaya, fiiliyata geçirmeye çalışmışlardır. Darwin’in ırkçı görüşlerini uygulamaya sokan politikacılardan biri İngiltere eski Başbakanı Winston Churchill, Savaş Bakanı olduğu sıralarda, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne hitaben yazdığı bir mektubunda “medenî olamayan barbar kabilelere karşı zehirli gaz kullanabiliriz” telkininde bulunmuştur. 

Buradaki hedefi Tük milleti idi. Nitekim Çanakkale Savaşı’nda Türk ordusuna karşı zehirli gaz kullanılmıştır. Aynı dönemin Sömürgeler Bakanı Lord Gladstone’un Türkler maymunla insan arası medeniyet yıkıcı barbarlardır… Türkler, insanlığın insan olmayan numuneleridir  demiştir.

Bu İngilizlerin jandarmalığını yapan Yunanlılar, Rumlar da bize saldırırken aynı duygu ve düşüncede idiler. Nitekim Yunan işgal kuvvetlerini karşılayan metropolit Hrisostomos, bu asker bozuntusu Yunanlılara şöyle seslenmiş:

“Asker evlatlarım! Elen çocukları! Bugün ata topraklarını yeniden fethetmekle İsa’nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda ne kadar Türk kanı döküp içerseniz o kadar sevaba girmiş olacaksınız. Ben de bir bardak Türk kanı içmekle onlara karşı kin ve nefretimi yatıştırmış olacağım. Haydi buyurunuz, bütün azizler sizin arkanızda. Atalarınızın toprakları sizi bekliyor.”

Demek ki Türk ırkını yok etmek, ya da bu olmazsa Asya steplerine geri sürmek, emperyalist Batının temel bir politikası olmuştur. Millî Mücadele sırasında bunu bütün gücüyle uygulamaya çalışmış, ama başaramamıştır. Mehmet Âkif, bu barbar batılı ırkçılara karşı Türk ırkının sonsuza kadar yok olmayacağını “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” mısraıyla haykırmıştır. 

“Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” mısraındaki “izmihlal” kelimesiyle ilgili olarak Orhan Karaveli bir açıklama getiriyor. Buna göre Âkif, bu mısrada Ali Kemal’in bir yazıyla Kuva-yı Milliye hareketini, Millî Mücadeleyi “izmihlal” kelimesiyle izahına şiddetle tepki koymuştur. Ali Kemal, yazısında biraz da alaycı bir ifadeyle Türk ırkının işgalciler tarafından yok edileceğini yani izmihlal edileceğini söylemiş, Âkif de ona sert bir şekilde hayır Türk ırkı yok edilemeyecektir diye tepki göstermiştir. Dolayısıyla bu mısradaki “izmihlal” kelimesini Âkif, Ali Kemal’in yazısından almıştır. 

Ali Kemal, 7 Ağustos 1920 günlü gazetesinde yayımlanan söz konusu başyazısında şu cümlelere yer verir:

“Dün gazetelerde okuduk; Mustafa Kemal ve ‘hempaları’ (arkadaşları) Eskişehir’de karargâhlarını kurmuşlar; Karabekir’ler, Kâzım’lar, Nurettin’ler, Ali Fuat’lar, Salâhattin’ler sözde kolordularının başına geçip Yunanlılara karşı büyük taarruza hazırlanıyorlarmış. Bu çılgınca teşebbüsün acı sonucu ne olacaktır, size bir kelime ile özetleyelim: İzmihlal!.. Gene İzmihlal!.. Daima izmihlal!..

Çünkü Yunanistan’ın orduları var… Cephanesi var…

Savaş araç ve gereçleri var ve sonuçta İngiltere gibi büyük bir yardımcısı var. Bütün bunlardan başka Yunan halkıyla devletinin düşünce, emel ve gaye birliği var.”